4 yıl önce
Güzelliğin Portresi filmine yorum yazdı:
12 Maymun filmine yorum yazdı:
Terry Gilliam’ın bu filmin i zamanında sinemada izlemiş ama çok etkilenmemiştim. Bunca sene sonra izlediğimde ise hem çok beğendim hem de yönetmenin Brazil filmini de bir kez daha izlemem gerektiğini düşündüm.
12 Maymun’un hem görsellik, hem senaryo, hem oyunculuk açısından iyi olduğu ortada. Filmin nasıl olduğunu anlayamadığım ama bir şekilde emin olduğum bir şekilde 90lara özgü olduğunu da düşünüyorum. Işık kullanımı, renk kullanımı ile de ilgili olabilir bu durum. Ancak sonuç gerçekten iyi.
Brazil’i hiç geciktirmeden izlemem gerek, o filmdeki mekânların ve gelecekle ilgili tasarımların çok etkilediğini hatırlıyorum beni. 12 Maymun’da ise özellikle Cole karakteri üzerinden ilgi çekici bir çalışma yapıldığını düşünebiliriz. Aynı zamanda hayvan hakları meselesinin söylemek istediklerinin bir kısmını bir delilik olayı üzerinden anlatmak tehlikeli bir yol gibi göründüyse de aslında naiflik duygusu içermesi açısından da- finali düşünerek söylüyorum- iyi bir yaklaşım olmuş.
Kurdun Günü filmine yorum yazdı:
Haneke’nin gerçekliğin ne olduğuna dair çalışmalarından birisi Kurdun Günü. Öncelikle tür filmlerinin, Hollywood filmlerinin insan hakikati ve dünya hakikatine dair ne varsa bir eğlenceye, tüketilebilir bir metaya dönüştürülmesinin sinemanın sanat olarak gerçekliğin ne olduğuna dair perspektifler sunmasının zıddı olduğunu düşünerek Haneke kamerasını Hollywood için söylediği gibi saniyede 24 kare yalan değil, sinema sanatı için söylediği gibi, saniyede 24 kare gerçeğe yöneltiyor.
Kurdun Günü, bir tür filmi olarak felaket filmlerinin insanların başına gelen korkutucu, felaket boyutlarında korkunç olaylar karşısında bu durumun eğlencelik, heyecan verici, bir iki saatlik süre içerisinde oyun ve eğlence olduğu belli olan ve seyirci tarafından heyecanla tüketilen hikayesini seyircinin görme yeteneğini körleştirmek için değil o gözleri gerçekten görmeye zorlamak için kullanıyor. Dünyada ne olduğu belli olmayan bir felaket sonrası elektriğin yok olduğu, bildiğimiz anlamıyla uygarlığın çöktüğü ... DevamıHaneke’nin gerçekliğin ne olduğuna dair çalışmalarından birisi Kurdun Günü. Öncelikle tür filmlerinin, Hollywood filmlerinin insan hakikati ve dünya hakikatine dair ne varsa bir eğlenceye, tüketilebilir bir metaya dönüştürülmesinin sinemanın sanat olarak gerçekliğin ne olduğuna dair perspektifler sunmasının zıddı olduğunu düşünerek Haneke kamerasını Hollywood için söylediği gibi saniyede 24 kare yalan değil, sinema sanatı için söylediği gibi, saniyede 24 kare gerçeğe yöneltiyor.
Kurdun Günü, bir tür filmi olarak felaket filmlerinin insanların başına gelen korkutucu, felaket boyutlarında korkunç olaylar karşısında bu durumun eğlencelik, heyecan verici, bir iki saatlik süre içerisinde oyun ve eğlence olduğu belli olan ve seyirci tarafından heyecanla tüketilen hikayesini seyircinin görme yeteneğini körleştirmek için değil o gözleri gerçekten görmeye zorlamak için kullanıyor. Dünyada ne olduğu belli olmayan bir felaket sonrası elektriğin yok olduğu, bildiğimiz anlamıyla uygarlığın çöktüğü bir ortamda insanların böyle bir felaketten kurtulmaya çalışması ya da bu durumda hayatta kalmaya çalışmalarını gösterirken Haneke, hem yapay ışıktan mümkün olduğunca kaçınarak izleyiciyi bu felaketi hissettirmeye çalışıyor hem de başrol karakterlerinden mümkün olduğunca uzak durarak seyirciyi bir anlamda iyice yalnız bırakmış oluyor. Bu anlamda aslında bizler gerçekten de o treni bekleyen o insanlar gibi, yaşanmış olan felaketin ne olduğunu ya da bundan nasıl kurtulabileceğimizi düşünmeye çalışıyoruz...ya da bu kıstırılmışlık duygusuyla filmin bitmesini bekliyoruz. Peki Haneke bunu neden yapıyor? Çünkü Haneke sinema sanatının dünyadaki gerçekliği, insanın gerçekliği ve onun başına gelenlerin seyirlik ya da eğlencelik olmadığı durumların gerçekliğini bizlere bir bilet karşılığında bir oyun olarak satan ana akım türden her türden seyirliğin insan algısına verdiği zararı azaltmaya çalışarak bizleri gerçekten görmeye ve hissetmeye çağırıyor: insanların, gezegen boyutunda yaşanan bir felakette afili cümleler veya oyunculuklarla iki saat içerisinde sona erecek olan gerilim ya da acılarının seyircisi olmak değil, böylesi bir felakette insan ne hisseder, insan insanın kurdu olur mu veya insan insanın gerçekten kurdu mudur, böyle olmasının bir felaket yaşanmasıyla alakası yok mudur, halihazırda olup biten de bu değil midir diye sordurmayı hedefleyerek insanın insana iyilik ve nezaketle yaklaşmasının imkanları ve mümkünlükleri üzerine ve ayrıca bütün bunların cesaret, iyilik, nezaket ve içtenlik içeren yeni büyük hikayelerle mümkün olabileceği konusunda empati yapmamızı istiyor aslında.
Filmin finali yine bir Haneke yaklaşımı olarak finale benzemiyor, çünkü haneke filmlerinin başı ve sonu yok aslında, bizler sadece var olan gerçekliklere sınırlı süre içerisinde tanık olan seyircileriz. Bu anlamda Kurdun Günü’nün "finali" bize bir son sunuyor evet, ama bu son yine de bir son değil. Olamaz da zaten.
Kurdun Günü olumlu olumsuz bir sürü yorum almış. Kendi adıma yönetmene çok yakışan ve onun büyük filmleri yanında hiç ezilmeden, daha alçak perdeden konuşan ve söyleyen bir filmi, çalışması olduğunu düşünüyorum Haneke’nin. Yönetmeni seven ve bu filmini izlememiş olan herkese mutlaka öneririm.
Penceredeki Kadın filmine yorum yazdı:
Truffaut’nun son filminden bir önceki filmi yönetmenin iyi çalışmalarından birisi ve yine şaşırtıyor çünkü filmin akışına göre izleyeceğimizi sandığımızı hikayeyi izlemiyoruz aslında.
Truffaut yine seven, aşık olan karakterler anlatıyor; bu sefer bir tutku var ve bu tutku iki tarafa da zarar veriyor, yine aşkın vazgeçilmezliği, ve hayatta gerçek olan örneğin, aile, evlilik, çocuklar vb gibi her şeye rağmen süren bir tutkudan söz ediyor yönetmen. Hissettikleri, ve bu sebeple yoruldukları, yenik düştükleri bu sevgi veya tutku sebebiyle bir türlü bu durumu aşamayan bu iki insanın durumu onların yaşadığı tutkuyu öğrenmelerine rağmen ufak sıyrıklarla bu bilgiyi atlatan, bir anlamda pek sarsılmayan çünkü aslında belki de hiç gerçek bir aşk yaşamamış insanların yani eşlerinin doğal, sakin, ve belki konformist hallerinin karşısında yıkıcılığına rağmen aşkın gerçek olduğunu söylüyor Truffaut, en azından o insanların öyküsünü anlatıyor. Normalde filmin açılış ve ilerleyişinde yasak aşk öyküsü ... DevamıTruffaut’nun son filminden bir önceki filmi yönetmenin iyi çalışmalarından birisi ve yine şaşırtıyor çünkü filmin akışına göre izleyeceğimizi sandığımızı hikayeyi izlemiyoruz aslında.
Truffaut yine seven, aşık olan karakterler anlatıyor; bu sefer bir tutku var ve bu tutku iki tarafa da zarar veriyor, yine aşkın vazgeçilmezliği, ve hayatta gerçek olan örneğin, aile, evlilik, çocuklar vb gibi her şeye rağmen süren bir tutkudan söz ediyor yönetmen. Hissettikleri, ve bu sebeple yoruldukları, yenik düştükleri bu sevgi veya tutku sebebiyle bir türlü bu durumu aşamayan bu iki insanın durumu onların yaşadığı tutkuyu öğrenmelerine rağmen ufak sıyrıklarla bu bilgiyi atlatan, bir anlamda pek sarsılmayan çünkü aslında belki de hiç gerçek bir aşk yaşamamış insanların yani eşlerinin doğal, sakin, ve belki konformist hallerinin karşısında yıkıcılığına rağmen aşkın gerçek olduğunu söylüyor Truffaut, en azından o insanların öyküsünü anlatıyor. Normalde filmin açılış ve ilerleyişinde yasak aşk öyküsü izleyeceğimizi sanıyoruz. Ama sonra yasak aşk izlemediğimizi, yasal aşklar izlediğimizi görüyoruz: bir anlamda konformist, uysal, olağana, bir çok şeye gönül indirmiş hayat biçimleri içerisinde yasak aşkın kendini inatla gerçekliğiyle insanlara dayattığını görüyoruz. Bu durumun öykü içerisindeki çıkmaz sokakları kendini belli ediyor ve film öyle bitiyor. Yönetmen öyküsünü yine kanlı canlı, gerçeklik hissi veren, bizi ilgi duymaya ikna eden karakterler aracılığıyla anlatıyor, ve truffaut bunu gerçekten de iyi yapabilen bir yönetmen. Onun karakterleri kendilerini önemsememizi, umursamamızı, onları merak etmemizi istiyor bizden, ve ekrandan, perdeden taşacak denli bir gerçeklik hissi yayarak hissettiriyorlar bunu bize.
Uzunca bir aradan sonra yeniden Truffaut izlemek çok güzeldi. Truffaut’yu seviyorum. Filmin bütün doğallığı, oyunculuklar, muazzam güzellikteki ve çok ekonomik kullanılmış film müziği gerçekten çok iyiydi. Sinemayı sevme sebeplerimden birisi oldu Truffaut. Onun sevgiye, aşka, insana inanmayı seçmiş sinemasını seviyorum. Bu filmini de mutlaka öneririm.
The Stranger dizisine yorum yazdı:
Bu İngiliz dizisi bir Harlan Coben uyarlaması. How to Get Away With Murder’ın hemen ardından izlemem sebebiyle oldukça klişe ve yavan geldiğini söylemem gerekiyor, ancak yine de ilgi çekici bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden önce konu ilginç, ilk iki bölüm insanı merak içinde bırakıyor. Her bölümün sonu bir sonraki bölümü hemen izlememizi sağlayacak bir şekilde bitiyor. Final bölümü, finaldeki olaylar, hepsi ilgi çekici. Oyunculardan Katz ve polis Johanna çok iyiler. Ancak bununla beraber dizide gereksiz ve sadece merak duygusu oluşturmak için kullanılan yan hikayeler de var: alpaka meselesi, gençlerin başına gelenlerin tamamı zorlama bir his veriyor. 8 bölümlük bir dizide bütün olayın özellikle finalde bütün sırların ortaya çıkması olayı üzerine dönmesi de klişe artık, başka şeyler yapılabilir, yapılıyordur da, ama görselliği olsun konunun işlenişi olsun The Stranger zaten birinci lige oynamıyor. Olumlu ve olumsuz özellikleri bir arada düşünüldüğünde kolayca ve merak duygus ... DevamıBu İngiliz dizisi bir Harlan Coben uyarlaması. How to Get Away With Murder’ın hemen ardından izlemem sebebiyle oldukça klişe ve yavan geldiğini söylemem gerekiyor, ancak yine de ilgi çekici bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden önce konu ilginç, ilk iki bölüm insanı merak içinde bırakıyor. Her bölümün sonu bir sonraki bölümü hemen izlememizi sağlayacak bir şekilde bitiyor. Final bölümü, finaldeki olaylar, hepsi ilgi çekici. Oyunculardan Katz ve polis Johanna çok iyiler. Ancak bununla beraber dizide gereksiz ve sadece merak duygusu oluşturmak için kullanılan yan hikayeler de var: alpaka meselesi, gençlerin başına gelenlerin tamamı zorlama bir his veriyor. 8 bölümlük bir dizide bütün olayın özellikle finalde bütün sırların ortaya çıkması olayı üzerine dönmesi de klişe artık, başka şeyler yapılabilir, yapılıyordur da, ama görselliği olsun konunun işlenişi olsun The Stranger zaten birinci lige oynamıyor. Olumlu ve olumsuz özellikleri bir arada düşünüldüğünde kolayca ve merak duygusu içerisinde izlenip kolayca unutulabilecek bir seyirlik diyebiliriz dizi için.
How to Get Away with Murder dizisine yorum yazdı:
How to Get Away With Murder, açıkçası beni önceden düşünsem aklıma gelmeyecek şekilde etkiledi. İzlediğim en iyi dizilerden birisi olduğunu rahatça söyleyebilirim. Altı sezon içerisinde birbirine bağlanmış ve her sezonda genişleyen konuları ile dizi çok şaşırtıcı bir ritmle öyküsünü anlatıyor ve çok güzel bir finalle de sona eriyor. 90 bölümü art arda izledikten sonra düşündüğüm şu oldu: Batı toplumlarının hak, adalet, özgürlük kavramları ve değerlerinin temsil edildiği bir kürsü olarak hukuk olgusunun aslında ne kadar çok manipüle edildiğini görüyoruz. Çeşitli açıkları ve kusurlarının insanlar tarafından istismar edilmesi sebebiyle sahte başarılar ve adaletsizlikler ortaya koyarak var olmaya devam edebildiği, insanın insanın kurdu olduğu bir dünyada bir bölümde analise karakterinin söylediği gibi güçsüzler, yoksullar, düşmüşler için de adalet sesinin yükseltildiği, bu sesin duyulmasının sağlandığı bir mekan da ayrıca, dizi bunu da söylüyor; ancak esas işaret edilen yerler birden fazla ... DevamıHow to Get Away With Murder, açıkçası beni önceden düşünsem aklıma gelmeyecek şekilde etkiledi. İzlediğim en iyi dizilerden birisi olduğunu rahatça söyleyebilirim. Altı sezon içerisinde birbirine bağlanmış ve her sezonda genişleyen konuları ile dizi çok şaşırtıcı bir ritmle öyküsünü anlatıyor ve çok güzel bir finalle de sona eriyor. 90 bölümü art arda izledikten sonra düşündüğüm şu oldu: Batı toplumlarının hak, adalet, özgürlük kavramları ve değerlerinin temsil edildiği bir kürsü olarak hukuk olgusunun aslında ne kadar çok manipüle edildiğini görüyoruz. Çeşitli açıkları ve kusurlarının insanlar tarafından istismar edilmesi sebebiyle sahte başarılar ve adaletsizlikler ortaya koyarak var olmaya devam edebildiği, insanın insanın kurdu olduğu bir dünyada bir bölümde analise karakterinin söylediği gibi güçsüzler, yoksullar, düşmüşler için de adalet sesinin yükseltildiği, bu sesin duyulmasının sağlandığı bir mekan da ayrıca, dizi bunu da söylüyor; ancak esas işaret edilen yerler birden fazla: çocukların istismarı ve sömürüsü üzerine kurulmuş bir medeniyetin üzerinde yükseldiği çocuk cesetlerini de görebiliyoruz burada. Dizi ABD toplumunda veya Batı toplumlarında önemli meseleler olan kadın hakları, ırk ayrımcılığının sona erdirilmesi, cinsel yönelimi farkı insanların doğal bir şekilde yaşayabilmesi ve yaşama haklarının yasal anlamda korumaya alınması ve her şart ve koşulda adalet talebi gibi konuları bir siyah, bir biseksüel ve bir avukat olarak Annalise karakteri üzerinden anlatıyor...ama ne anlatmak! Burada ilk dikkat çeken şeylerden biri dizinin anlatım hızı ve ritmi, her şey çok hızlı oluyor. İkinci olarak 6 sezonun tamamına yayılmış olan karanlık atmosfer, ürkütücü aura; ayrıca özellikle annalise karakterinde senaryonun şaşırtıcı derinlikler, gerçekçi derinlikler ortaya koyabilmesi.
İlk üç sezonda nefes almamıza izin vermeden akan hikaye, dördüncü ve beşinci sezonda ritmini bir tık aşağı düşürüyor, çünkü bu sezonlarda hikayeye gereksiz yan hikayeler ekleniyor, ancak yine de ana hikayeden asla tam anlamıyla kopulmuyor. Altıncı sezonun ara sezon finaliyle birlikte ilk üç sezonun ritmini yeniden yakalıyor ve üst üste bomba bölümlerle kafamıza vura vura hikayesini sona erdiriyor dizi.
How to get away with Murder, adının söylediği gibi cinayetten paçayı kurtarmak üzerine dönen ana hikayesi ve ona eklenerek çoğalan cinayetler arasında, bütün sırların altında istismar edilmiş, sömürülmüş; hayatları ve çocuklukları darmadağın edilmiş insanları anlatıyor. Siyah olmak, eşcinsel ya da biseksüel olmak gibi meseleler oldukça ön plana çıkmış olmasına rağmen gerçek hikaye bu. Dizi, böyle yaparak aslında kapitalizmin çıkar ve menfaat uğruna hukuk ve adalet kavramı ve olguları dahil her şeyi manipüle edebilmesini, maskelerle yaşayarak güçlü olmak için yırtınan insanların olduğu ve böyle yaşamanın bir değer kabul edildiği bu toplumda/medeniyette hakikatte suçlu olanın hakikatin üzerine yalan ve manipülasyon perdesi ve maskesi geçirerek ahlaklı ve doğru pozu yapabildiğini, ve böylesi bir sistemin gücünü aslında çocukların üzerinden silindir gibi geçerek elde ettiğini söylüyor. Mezbahaya kamera koymak gibi sanki: küçücük kuzuların boyunlarının koparılabildiği bir dünyada adaletten söz edebilmek...
Diziyi KESİNLİKLE öneriyorum: klişe gelebilecek bir çok yanı olmasına rağmen cinselliğe yaklaşımındaki doğallık, karakterlerine- en azından annalise, bonnie, nate, frank, annalise’in annesi vb gibi bir çok kişiyi düşünerek söylüyorum- verdiği önem; altı sezon boyunca bu kadar iç içe geçmiş konuları tek tek çözerek hikayeleri birbirine bağlayarak anlatabilmek, bunlar çok ama çok güzel bir maharetin sonucu. İnanılmaz bir diziydi, inanılmaz, inanılmaz bir diziydi kesinlikle. Mutlaka izleyin.
Ölümlü Dünya filmine yorum yazdı:
Ali Atay’ın 2. filmi olan Ölümlü Dünya, yönetmenin üçüncü filminin neden daha az sevildiğini anlamamızı sağlayan bir çok bilgiyle dolu.
Öncelikle daha dolu dolu, mizahı daha iyi bir film Ölümlü Dünya. Bu sefer ağırlık, Cinayet Süsü’ne kıyasla neredeyse tek kişiye değil bir çok karaktere odaklı. Şakalar sırıtmıyor ve neredeyse hiç bir şaka tv dizisi veya komedi programı havası vermiyor. Ayrıca hikaye de güzel. Son derece eğlenceli bir film Ölümlü Dünya. Ali Atay’a yakışmış. Cinayet Süsü’nde olduğu gibi burada da Feyyaz Yiğit’in dikkat çektiğini söylemek gerek.
Cinayet Süsü filmine yorum yazdı:
Bu film, Ali Atay’ın Limonata filmiyle iyi bir çıtayı yakalayarak başladığı yönetmenlik denemesinin galiba üçüncü ayağı.
Filmin iyi bir film olmakla olmamak arasında dolanıp duran bir film olduğunu söyleyebiliriz: filmi iyi yapan özellikler, mesela bazı diyaloglar, şakalar vb iyi tutarken bazıları da tutmuyor, ayrıca bazı karakterler için de bunu söyleyebiliriz. Örneğin Uğur Yücel’in karakteri gereksiz, çünkü bir özelliği yok. Aynı şekilde Ankara’!dan gelenler vb. Zorlama şakalar bazen tv dizisi havası katıyor filme ve bunlar filmin ritmini bozuyor diyebiliriz, ve aynı anda filmin iyi bir film olması için olumlu bir sürü özellik de v ar, bunların en önde geleni öncelikle aksayan yönlerine rağmen bütün olarak bakılınca filmin ilginç bir deneme olması. Daha iyi yazılabilmiş olsaydı sonuç çok daha iyi olacaktı. Aynı şekilde zorlama şakalar olmasına rağmen genel anlamda bence oldukça iyiler ve film aslında gerçek ağırlığını Feyyaz Yiğit’e veriyor, bu açıdan bu oyuncunun filmi sırtlayıp gö ... DevamıBu film, Ali Atay’ın Limonata filmiyle iyi bir çıtayı yakalayarak başladığı yönetmenlik denemesinin galiba üçüncü ayağı.
Filmin iyi bir film olmakla olmamak arasında dolanıp duran bir film olduğunu söyleyebiliriz: filmi iyi yapan özellikler, mesela bazı diyaloglar, şakalar vb iyi tutarken bazıları da tutmuyor, ayrıca bazı karakterler için de bunu söyleyebiliriz. Örneğin Uğur Yücel’in karakteri gereksiz, çünkü bir özelliği yok. Aynı şekilde Ankara’!dan gelenler vb. Zorlama şakalar bazen tv dizisi havası katıyor filme ve bunlar filmin ritmini bozuyor diyebiliriz, ve aynı anda filmin iyi bir film olması için olumlu bir sürü özellik de v ar, bunların en önde geleni öncelikle aksayan yönlerine rağmen bütün olarak bakılınca filmin ilginç bir deneme olması. Daha iyi yazılabilmiş olsaydı sonuç çok daha iyi olacaktı. Aynı şekilde zorlama şakalar olmasına rağmen genel anlamda bence oldukça iyiler ve film aslında gerçek ağırlığını Feyyaz Yiğit’e veriyor, bu açıdan bu oyuncunun filmi sırtlayıp götürdüğünü söyleyebiliriz. Binnur Kaya, Cengiz Bozkurt da keza. Cinayet meselesinin bağlandığı noktayı da filme artı puan olarak yazmamız gerekiyor, çok güzeldi, düşündürücüydü, ve bence çok ama çok yakıştı filme.
Sonuç olarak; Ali Atay iyi bir yönetmen. Ölümlü Dünya’yı henüz izlemedim, büyük olasılıkla birazdan izleyeceğim, ama Limonata’yı çok beğenmiştim. Cinayet Süsü’nün daha iyi yazılmış olsaydı daha iyi bir sonuç vereceğine eminim. Bu haliyle kusurları, eksikleri olan ama yine de iyi bir film olma çabası belirgin, güzel bir Ali Atay filmi olduğunu düşünüyorum.
Kan Dökülecek filmine yorum yazdı:
Paul Thomas Anderson’ın izlediğim ikinci filmi aynen izlediğim ilk filmi The Master gibi dikkat çekici, ilginç, karizmatik bir karakter üzerinden hikayesini anlatıyor. İki filmde inanç ve din hakikatin aktarıcısı değil birilerinin güç, ilgi, para, zenginlik ve kontrol arzusuyla pazarladığı saçmalıklardan oluşuyor. İki filmde de baş karakterimiz içine kıstırıldıkları koşulların esiriler: The Master’da Freddie biyolojik ve psikolojik, toplumsal koşulların sonucunda harap olmuş bir insandı; Kan Dökülecek’teyse Daniel Plainview sınır tanımaz güç arzusu ve hırsının kurbanı, ancak Freddie yenilmişliğini bir şekilde kabul ederek sefil hayatının içerisinde kendine bir niş bularak orada var olmaya devam ederken Daniel arzusu ve hırsı uğruna her şeyi yok ederek var olmayı seçiyor.
İki Anderson filminde de ilk dikkatimi çeken şeylerden en önde geleni müzik kullanımı oldu. Film müziğinin bu denli aktif ve bu denli hikayeden ayrı bir şekilde belirgin kullandığını bildiğim tek yönetmen Reha Erdem. ... DevamıPaul Thomas Anderson’ın izlediğim ikinci filmi aynen izlediğim ilk filmi The Master gibi dikkat çekici, ilginç, karizmatik bir karakter üzerinden hikayesini anlatıyor. İki filmde inanç ve din hakikatin aktarıcısı değil birilerinin güç, ilgi, para, zenginlik ve kontrol arzusuyla pazarladığı saçmalıklardan oluşuyor. İki filmde de baş karakterimiz içine kıstırıldıkları koşulların esiriler: The Master’da Freddie biyolojik ve psikolojik, toplumsal koşulların sonucunda harap olmuş bir insandı; Kan Dökülecek’teyse Daniel Plainview sınır tanımaz güç arzusu ve hırsının kurbanı, ancak Freddie yenilmişliğini bir şekilde kabul ederek sefil hayatının içerisinde kendine bir niş bularak orada var olmaya devam ederken Daniel arzusu ve hırsı uğruna her şeyi yok ederek var olmayı seçiyor.
İki Anderson filminde de ilk dikkatimi çeken şeylerden en önde geleni müzik kullanımı oldu. Film müziğinin bu denli aktif ve bu denli hikayeden ayrı bir şekilde belirgin kullandığını bildiğim tek yönetmen Reha Erdem. Anderson hiç bir şekilde filmi film müziği kullanarak dramatik anlar yaratmaya çalışmıyor; yönetmen film müziğini hikayeye paralel, bazen ona karşıt, kesinlikle uyarıcı şekilde apayrı bir öykü gibi kullanıyor diyebilirim. Aynı anda hem perdede akan görsel hikayenin, hem de kulağımıza erişen müziksel hikayenin farkına varıyoruz. Bir şekilde işitmekle, duymakla alakalı bir çalışma yapılıyor, ve kesinlikle dikkat çekiyor bu yaklaşımı yönetmenin.
Dikkat çeken ikinci özellik, iki filmde de aslında gerçek hikayelerin karakterlerin kendileri olduğu. Yaşanan olaylar bu karakterleri anlamamıza yarayacak vesileler gibi, gerçekte yönetmen karakterlerini mümkün olduğunca gerçek, sahi, hakiki halleriyle verebilmek için hikayeleri kullanıyor. Her iki filmde de çok üst derecede oyunculuklar var ve böyle olması kim sahne ve sekanslarda çok üst düzeyde, gerçekten parmak ısırtıcı oyunculuklar izlememizi sağlıyor, ve böylece gerçek hissi yaratabilmek anlamında her iki filmde de çok iyi örneklerle ve anlarla karşılaşıyoruz.
Üçüncü özellik olarak yönetmenin görsel sahne düzenlemeleri, açıları, ve yine ışık kullanımının çok dikkat çekici olması. Bu konuda teknik bilgim yok, ama raslantı olamayacak denli bir özen gördüğümü, ama bunu neyle nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum.
Paul Thomas Anderson’ın diğer filmlerini izlemek istiyorum. Kendi hikayelerini anlatabilen, ve bunu kendi stilini, üslubunu geliştirerek yapabilen bir yönetmen Anderson. Bu filmini de muhakkak öneriyorum. Uzun süre akıllardan çıkacak gibi değil gerçekten.
The Master filmine yorum yazdı:
İlk kez Paul Thomas Anderson filmi izledim. Senaryosunu da kendi yazmış filmin. Diğer filmlerinde de senaryoları kendi yazmış. Kendi hikayelerini anlatan bir yönetmen demek ki, ve bu elbette çok kıymetli.
Filmi birden fazla kere izlemek istiyorum; çünkü öncelikle izlediğim görüntülerin, mizansenlerin, renk ve ışık kullanımının, oyunculukların, müziğin ve her birisinin bir arada ortaya koyduğu hikayenin güzelliğinin tadını kesinlikle tekrar tekrar almalıyım, daha iyi görmeli, daha iyi duymalıyım, kesinlikle. Bu kadar dikkat çekici, bu kadar etkileyici ve bu kadar gerçek karakterler yaratabilen ve bunları hikaye edebilen bir yönetmen kimbilir ne güzel hikayeler anlatmıştır bugüne dek...
The Master, bu dünyada tökezleyip düşmüş, bir şekilde başaramayan, başaramaması ve sağlam bir şekilde yaşayamaması için içten ve dıştan her türlü engel ve problemle etrafı sarılmış insanların kendilerine hayatlarının ne anlama geldiğini söyleyen ve buna onu inandıran insanların peşine düşenleri anlatıy ... Devamıİlk kez Paul Thomas Anderson filmi izledim. Senaryosunu da kendi yazmış filmin. Diğer filmlerinde de senaryoları kendi yazmış. Kendi hikayelerini anlatan bir yönetmen demek ki, ve bu elbette çok kıymetli.
Filmi birden fazla kere izlemek istiyorum; çünkü öncelikle izlediğim görüntülerin, mizansenlerin, renk ve ışık kullanımının, oyunculukların, müziğin ve her birisinin bir arada ortaya koyduğu hikayenin güzelliğinin tadını kesinlikle tekrar tekrar almalıyım, daha iyi görmeli, daha iyi duymalıyım, kesinlikle. Bu kadar dikkat çekici, bu kadar etkileyici ve bu kadar gerçek karakterler yaratabilen ve bunları hikaye edebilen bir yönetmen kimbilir ne güzel hikayeler anlatmıştır bugüne dek...
The Master, bu dünyada tökezleyip düşmüş, bir şekilde başaramayan, başaramaması ve sağlam bir şekilde yaşayamaması için içten ve dıştan her türlü engel ve problemle etrafı sarılmış insanların kendilerine hayatlarının ne anlama geldiğini söyleyen ve buna onu inandıran insanların peşine düşenleri anlatıyor, yani tarikatlerin, kültlerin, cemaatlerin içindeki insanların... bir adamın peşine takılarak hayatlarının bütün anlamını değiştirmeye ya da onu bulduğuna kendini ikna etmeye çalışanların hikayesini.. bir gün taşın taş, toprağın toprak olduğunu ve başka bir anlamı bulunmadığını anlayacakları ana dek... Ama işte ne kadar çabalarsa çabalasın, yırtınırsa yırtınsa kendisinden başka hiç bir şey olmamaya yazgılı insanlar vardır ve onlar dönüşmezler, değişmezler, kendilerine anlatılan bütün o göz boyayıcı, gerçek ya da yalan bütün o hikayelere bir türlü kanamaz, buna kendini ikna edemezler. The Master bu kanamama, ikna olamama hikayesini bilinçli bir tercih olarak değil; duygusal yıkılış, dağılmışlık ve işlevsizleşmek üzerinden anlatıyor.
The Master’ı kesinlikle öneririm.
Neden anlatılmış bir hikayeyi yeniden anlatıyorsunuz? Çünkü bunu yapabiliyorsunuz. Ama sizler gibi bizler de senelerce bu tür filmleri izlemiş insanlarız. Aynı hikayeyi anlatmak sorun değil, ama kopyasını yapmak yerine yerel bir örneğini yapabilirdiniz. Bir hikayeyi iyi çekebilmek değil mesele, iyi çektiğiniz ortada. Ama siz birebir aynısını çekmemeliydiniz. Anncak Güzelliğin Portresi inanılmaz, inanılmaz, inanılmaz klişe kokan bir kopya çalışması. Örnekler: ev tasarımı- özellikle alt odalar, ışıklandırma, müzik, seksek oynayan çocuk- "birisi var birisi var" ne demekse bu?-hayalet kadın- polis, koca karakterleri...
Senelerdir sanatla uğraşan insanlar bu filmi yazarken çekerken gerçekten düşünm ... Devamı
Neden anlatılmış bir hikayeyi yeniden anlatıyorsunuz? Çünkü bunu yapabiliyorsunuz. Ama sizler gibi bizler de senelerce bu tür filmleri izlemiş insanlarız. Aynı hikayeyi anlatmak sorun değil, ama kopyasını yapmak yerine yerel bir örneğini yapabilirdiniz. Bir hikayeyi iyi çekebilmek değil mesele, iyi çektiğiniz ortada. Ama siz birebir aynısını çekmemeliydiniz. Anncak Güzelliğin Portresi inanılmaz, inanılmaz, inanılmaz klişe kokan bir kopya çalışması. Örnekler: ev tasarımı- özellikle alt odalar, ışıklandırma, müzik, seksek oynayan çocuk- "birisi var birisi var" ne demekse bu?-hayalet kadın- polis, koca karakterleri...
Senelerdir sanatla uğraşan insanlar bu filmi yazarken çekerken gerçekten düşünmediler mi, yahu biz bunun yüzlerce örneğini izledik neden bunu yapıyoruz diye? herkesi geçtim, serkan keskin oturup düşünmedi mi yahu, ben burada ne yapıyorum diye? Aynı hikayeyi çok daha yerel, gerçek ve bizden ögelerle gerçekten etkileyici bir şekilde anlatabilirdi yönetmen. NAsıl yapabilirdi bunu? Bilmiyorum, ama sinema yapan insanlar onlar olduğuna göre bunu bulabilmeleri gerekirdi. Baskın filminin ikinci yarısının bana göre korkunç kötü olmasına rağmen ilk kısmında ne demek istediğimin mükemmel bir örneğini görebiliriz: hikaye yeni değil, ama anlatım, görsellik, hikayenin akışı, her şey etkileyici...tabii işkence bölümleriyle filmin baştan sona değişerek başka bir şeye dönüşmesine dek.
Güzelliğin Portresi inandırıcı olmayan psikolojik oyunları, gizemleri; zorlama germe sahneleriyle gerçekten iyi çekilmiş bir abd tarzı gerilim filmi. Ancak final kısmında, yani anyanın konyanın ortaya çıktığı bölümlerdeki gerilim, kavgalar vb her şey gerçekten çok iyiydi, hakkını vermek gerek. Bu bölümde istenen etki kesinlikle yaratılıyor. Keşke geri kalanı da aynı tadı verebilseydi...