3 yıl önce
Doctor Foster dizisine yorum yazdı:
Düşüş filmine yorum yazdı:
Bu film hakikaten inanılmazdı, muazzamdı; bizleri gözlerimize inanamayacak hale getirecek bir estetik ve güzellikle kotarılmış, gerçekten enfes, enfes bir sinema şaheseri Düşüş. Ne dersem diyeyim gerçek anlamda anlatamayacağımı, ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. Çok uzun zamandır görselliği böylesine etkileyici, insanı afallatan bir güzellikle çekilmiş, üzerine böylesine bir incelikle görsel, psikolojik düğümlerin atıldığı enfes bir film izlememiştim. Filmi seyretmekten, seyretmeye ve bakmaya doyamamaktan hikayenin hakkını veremediğimi düşünüyorum. Bazı eleştirilerde insanların defalarca filmi izlediğini okudum, ve başka türlüsünü beklemek mümkün değil, çünkü iyi bir hikaye izlemek başka ama bu hikayenin göz boyamak için kestirme yollarla seyircinin bir anlamda ucuza getirilmesi gibi bir yola başvurmak yerine sanki ilmek ilmek örülmüş hissi veren görsel düzenlemeleri, bütün bu görsel sahnelerin inanı afallatan büyüleyici güzelliği, bu muazzam güzellikteki estetik renkler, kurgular, miza ... DevamıBu film hakikaten inanılmazdı, muazzamdı; bizleri gözlerimize inanamayacak hale getirecek bir estetik ve güzellikle kotarılmış, gerçekten enfes, enfes bir sinema şaheseri Düşüş. Ne dersem diyeyim gerçek anlamda anlatamayacağımı, ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. Çok uzun zamandır görselliği böylesine etkileyici, insanı afallatan bir güzellikle çekilmiş, üzerine böylesine bir incelikle görsel, psikolojik düğümlerin atıldığı enfes bir film izlememiştim. Filmi seyretmekten, seyretmeye ve bakmaya doyamamaktan hikayenin hakkını veremediğimi düşünüyorum. Bazı eleştirilerde insanların defalarca filmi izlediğini okudum, ve başka türlüsünü beklemek mümkün değil, çünkü iyi bir hikaye izlemek başka ama bu hikayenin göz boyamak için kestirme yollarla seyircinin bir anlamda ucuza getirilmesi gibi bir yola başvurmak yerine sanki ilmek ilmek örülmüş hissi veren görsel düzenlemeleri, bütün bu görsel sahnelerin inanı afallatan büyüleyici güzelliği, bu muazzam güzellikteki estetik renkler, kurgular, mizansenler, her şey ama her şey sinemanın sadece anlatmak değil ama anlatmak ve göstermek olduğunu bir kez daha gösteriyor, bir yandan sinemanın duyma duyumuzun ötesinde hakikaten göze nasıl hitap ettiğini ve görselliğin nasıl sinemanın en temel dokusu olduğunu da önümüze koymuş oluyor. Bu filmin çekilebilmiş olması, ve bu filmin böyle çekilebilmiş olması sinemayla uğraşan, ona emek harcayan her insan için bir ümit ışığı olmuş olmalı, çünkü sahteliği seçmeden, ucuzluğu seçmeden hikaye anlatabilmek ve onu bu tür görsel zenginliklerle donatıp ona böyle tat katabilmek herhalde sinema sanatıyla uğraşan herkesin amacı olsa gerek..
Bu filmi görebilmek ne büyük mutluluk! İyi ki sinema var!
Düşüş’ü MUTLAKA izlemelisiniz.
The Ritual filmine yorum yazdı:
Bu eleştiri spoiler dolu.
Bu film, korku veya gerilim filmlerinin bir çok klişesini bir arada kullanarak Luke adlı karakterin psikolojik açmazlarını ve suçluluk duygusunu temsil ettiğini araya serpiştirilmiş güzelliklerle hatırlatan bir film. Gerçekçi bir çizgiden giderek daha klişelerle dolu bir gerilim ya da korku filmi olmaya doğru yürüyen Ritüel, hem iyi hem de vasat niteliklerini bir arada götürüyor.
Görünen o ki; yönetmen aslında Luke’un bütün hayatını alt üst eden korkaklığının bedelini Luke’un içine düşmüş olduğu korkunç vicdan azabını bir ihtimal hayali bir yolculuk hikayesi üzerinden anlatıyor. Çünkü filmin başında Luke’un tanık olduğu olay, filmin sonuna dek bütün arkadaşlarıyla tek tek tekrar ediyor ve her birisinde luke’un bütün iyi niyetlerine rağmen bu meseleyi çözemediğini, bu yönüyle yüzleşemediğini, bunu başaramadığını, ve her defasında aynı şeyi yaşadığını görüyoruz, Luke her defasında hayatta kalıyor ve hi.ç kimseyi kurtaramıyor. Çünkü korkusu gücünden büyük. Ve f ... DevamıBu eleştiri spoiler dolu.
Bu film, korku veya gerilim filmlerinin bir çok klişesini bir arada kullanarak Luke adlı karakterin psikolojik açmazlarını ve suçluluk duygusunu temsil ettiğini araya serpiştirilmiş güzelliklerle hatırlatan bir film. Gerçekçi bir çizgiden giderek daha klişelerle dolu bir gerilim ya da korku filmi olmaya doğru yürüyen Ritüel, hem iyi hem de vasat niteliklerini bir arada götürüyor.
Görünen o ki; yönetmen aslında Luke’un bütün hayatını alt üst eden korkaklığının bedelini Luke’un içine düşmüş olduğu korkunç vicdan azabını bir ihtimal hayali bir yolculuk hikayesi üzerinden anlatıyor. Çünkü filmin başında Luke’un tanık olduğu olay, filmin sonuna dek bütün arkadaşlarıyla tek tek tekrar ediyor ve her birisinde luke’un bütün iyi niyetlerine rağmen bu meseleyi çözemediğini, bu yönüyle yüzleşemediğini, bunu başaramadığını, ve her defasında aynı şeyi yaşadığını görüyoruz, Luke her defasında hayatta kalıyor ve hi.ç kimseyi kurtaramıyor. Çünkü korkusu gücünden büyük. Ve filmi bir anlamda onun gerçeği kabul etmesiyle, yani ben buyum demesiyle bitiyor. Bir çeşit kabullenme süreci yaşanıyor. Yani aslında Luke kendini olduğu gibi kabul etmenin, affetmenin, kendisiyle yüzleşmenin ritüelini yaşıyor. Bu anlamda film hedefine ulaşabiliyor mu peki? Market sahnelerine yapılan geçişler çok güzel, paralellikler etkileyici; ayrıca bir çok sahnede görsel anlamda gerçekten etkileyici fotografik güzellikler görüyoruz. Filmin son on beş yirmi dakikasında hikayenin iyice gerçeklik duygusunu yitirmesi yani ritüelin zirvesine ulaşmamız yani hakiki gerçek yüzleşmeyle karşı karşıya kaldığımız o uzun final sekansları boyunca görsellik estetik anlamda, kurgulama anlamında iyice ilgi çekici bir hal alıyor. Ancak hepsi bu kadar; çünkü Luke’un "gerçek" yolculuğu, ve yönetmenin kastettikleri fazlasıyla açık ve fazlasıyla ortada. Bu öykünün daha açık edilmesi değil, daha fazla örtünmesi, luke’un ruhsal acılarının daha fazla gizlenmesi gerekiyordu. Bakın aslında ben şunu anlatıyorum demek, filmin meselesinin tadına varmamızı engelliyor. Çünkü yemeğin başında tatlıyı yiyoruz...ama daha doymadık ki?
Bu eleştiriye rağmen filmi çok kötü ya da kötü bulduğumu söyleyemem. Ancak çok iyi de değil... sadece daha iyi olmayı hak eden bir film Ritüel diyebilirim; bence daha iyi yazılmalı ve üzerine daha fazla kafa yorulmalıydı .
Akıntıya Karşı filmine yorum yazdı:
İyi yazılmış, iyi oynanmış senaryoların böyle iyi sonuçları olması şaşırtıcı değil. Akıntıya Karşı, bir propaganda aracına ve pozlarla doldurulmuş sahte bir öyküye dönüşebilecek malzemesini sahtelik uzak kalmayı seçecek şekilde kullanarak ortaya renkli, sade ve gerçekçi bir eser çıkarıyor. Filmin bir değil bir çok karakteri derinleşmeden dahi olsa çizgileri belirgin şekilde ortaya koyabilmesi senaryonun film için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Anlamadığımız, belki bilmediğimiz ve hatta ait olmadığımız bir duygu dünyasının içerisinde son derece süssüz, pozsuz adımlarla dolaşmamızı mümkün kılıyor bu senaryo. Film boyunca gerçek olmayacak şeyler bile gerçeklik hissi veriyor. Ve bu üstelik herhangi bir efekt kullanmadan, sadece kelimelerin ve oyunun gücüyle veriliyor. Sonuçta Miguel’i, Santiago’yu, Mariela’yı ve o sahil kasabasındaki insanları anlıyoruz.
Bunu başarabilmek filmin hem yönetmeni hem senaristi Javier Fuentes-Lon’un mahareti. İnsan duygularıdır, ve duygular ... Devamıİyi yazılmış, iyi oynanmış senaryoların böyle iyi sonuçları olması şaşırtıcı değil. Akıntıya Karşı, bir propaganda aracına ve pozlarla doldurulmuş sahte bir öyküye dönüşebilecek malzemesini sahtelik uzak kalmayı seçecek şekilde kullanarak ortaya renkli, sade ve gerçekçi bir eser çıkarıyor. Filmin bir değil bir çok karakteri derinleşmeden dahi olsa çizgileri belirgin şekilde ortaya koyabilmesi senaryonun film için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Anlamadığımız, belki bilmediğimiz ve hatta ait olmadığımız bir duygu dünyasının içerisinde son derece süssüz, pozsuz adımlarla dolaşmamızı mümkün kılıyor bu senaryo. Film boyunca gerçek olmayacak şeyler bile gerçeklik hissi veriyor. Ve bu üstelik herhangi bir efekt kullanmadan, sadece kelimelerin ve oyunun gücüyle veriliyor. Sonuçta Miguel’i, Santiago’yu, Mariela’yı ve o sahil kasabasındaki insanları anlıyoruz.
Bunu başarabilmek filmin hem yönetmeni hem senaristi Javier Fuentes-Lon’un mahareti. İnsan duygularıdır, ve duygularımız bizi insan yapan şeydir çoğu kez. Hissettiklerimiz değil sadece, duygularımızdır da, o hislerden çıkardığımız öykülerdir, hikayelerdir.
Yönetmenin belki de kişisel dünyasının bir parçası olan bu öyküsü bence kaçırılmayacak bir sinema güzelliği. Kesinlikle öneririm.
Beyaz Bant filmine yorum yazdı:
haneke’nin başyapıtlarından birisi olan beyaz bant’ın görsel yöndeki etkileyiciliği çok dikkat çekiyor. beyaz rengin filmde bir kaç kez dile getirildiği üzere masumiyetle olan ilgisini düşündüğümüzde filmin çok ama çok etkileyici, dikkat çekici ve estetik siyah beyaz renk kullanımı bu masumiyet temasının, masumiyet gerçeğinin ya var ya da yok oluşu ya da yok edilişini sanki dünyayı iki renge ayırarak göstermiş oluyor bizlere.
beyaz bant, aslında yönetmenin bütün filmlerinde takip ettiği, anlattığı, izini sürdüğü temel temaların ve meselelerin özeti gibi: haneke her zaman için sadece avrupa ve 1. dünya ülkelerinde yaşanan konfor eksiklikleri, adaletsizlikler, eşitsizlikler; iletişimsizlik, yabancılaşma, suç, şiddet gibi toplumsal olguları ve onların kişisel hikayelerde kendini belli eden biçimlerini anlatan filmler çekti, ancak yönetmenin sözünü etmemesi ve işaret etmemesine rağmen bu ülkeler arasında olmayan diğer yerlerde de hem aynı hem benzer sorunların yaşandığını, ve beyaz bant’t ... Devamıhaneke’nin başyapıtlarından birisi olan beyaz bant’ın görsel yöndeki etkileyiciliği çok dikkat çekiyor. beyaz rengin filmde bir kaç kez dile getirildiği üzere masumiyetle olan ilgisini düşündüğümüzde filmin çok ama çok etkileyici, dikkat çekici ve estetik siyah beyaz renk kullanımı bu masumiyet temasının, masumiyet gerçeğinin ya var ya da yok oluşu ya da yok edilişini sanki dünyayı iki renge ayırarak göstermiş oluyor bizlere.
beyaz bant, aslında yönetmenin bütün filmlerinde takip ettiği, anlattığı, izini sürdüğü temel temaların ve meselelerin özeti gibi: haneke her zaman için sadece avrupa ve 1. dünya ülkelerinde yaşanan konfor eksiklikleri, adaletsizlikler, eşitsizlikler; iletişimsizlik, yabancılaşma, suç, şiddet gibi toplumsal olguları ve onların kişisel hikayelerde kendini belli eden biçimlerini anlatan filmler çekti, ancak yönetmenin sözünü etmemesi ve işaret etmemesine rağmen bu ülkeler arasında olmayan diğer yerlerde de hem aynı hem benzer sorunların yaşandığını, ve beyaz bant’ta anlatılan istismar ve sömürü, kötülük ve suç olgusunun ve bunların çeşitli örneklerinin çok daha kapsamlı, çok daha karmaşık ve birbirine dolaşmış ağlarla iç içe geçmiş biçimlerinin her gün sayısız şekilde yaşandığını artık biliyoruz. bu anlamda beyaz bant’taki suçlular aslında bir dereceye dek yine de masumlar diyebiliriz. ancak zaten yönetmenin ana meselesinin bir dedektiflik hikayesi yada bir gerilim filmi yapmak olmadığı belli. haneke aslında bütün suç, kötülük, çürüme, çökme ve yabancılaşmalar, iletişimsizlik ve her türden şiddet olgusunun altında beyaz bant filminde çocuk istismarına, batının ve aslında dünyanın çocuk istismarı, suistimali ve çocuklarını maruz bıraktığı şeyler üzerinden çocuklarını yiyen medeniyete kadar aynı yeri işaret ediyor ve orayı gösteriyor.
haneke’nin amour hariç bütün filmlerinde çocuklar istismar edilir: yedinci kıta’da ailesiyle beraber intihar eder, ya da benny’nin videosu’nda hayvanlara şiddet uygular ve insan öldürür, funny games’te insan öldürür ve öldürülürler vb şeklinde bu döngü devam eder. haneke aslında aile, din, devlet kurumları ve aygıtları, sınıfsal ayrımlar ve eşitsizlikler, tüketime dayalı yaşama biçimlerinin pompalanması gibi olguları kullanarak çocukluğun imha edilmesinin altını çizer ve bu yıkımın çok can yakıcı nihai sonuçları olduğunu, olacağını söyler. hiç bir haneke filminde bu filmdeki kadar çocuk yoktur, ve hiç bir haneke filminde bu sömürü bu kadar edepli, sessiz, sakin, uysal ve masumiyetle iç içe geçmiş şekilde de verilmez.
yönetmenin filmlerinin seyirciyi rahatsız etmek, huzursuz seyirler dilemek, şiddet kullanmadan şiddeti anlatmak , müzik kullanmamak vb yönleri ve nitelikleri yönetmenin sinemasına dair garip bir imaj ve poz çiziyor . yönetmenin temel derdinin insanı geren filmler çekmek olduğunu sanmak yanlış, çünkü senelerce tv’de çalışan ve ardından sinemaya başlayan yönetmenin temel meselesi; hollywood sineması ve anaakım sinema, ticari sinema örneklerinin sonu gelmez şekilde sürdürdüğü gibi, seyircinin gerçekliği algılamasına indirilmiş görsel darbelerin bertaraf edilmesini sağlayarak, sahte ve yalan psikolojik durumlar ve hisler, çözümlerle zihni ve hissiyatı zedelenmiş seyirciyi bu dünyada tanık olunan ve yaşanan, var olan gerçeklikleri anlamaya, ona bakmaya ve onu umursamaya çağırmak aslında. bu anlamda haneke filmleri gözleri ve algısı hızlı kurgular, dramatik müzik kullanımı, gerçek olmayan ama çok rahatça istismar edilen şiddet sahneleri, sadece filmde var olabilecek karakterler aracılığıyla dağılmış, zarar görmüş insanları film üzerinden gerçekliği doğru şekilde algılamak ve onu görebilmek için çaba göstermeye çağıran çalışmalar aslında. bu amacı yönetmenin ne derece başarabildiği, yönetmenin yönteminin ne derece bu etkiyi yaratabildiği, ve filmlerinin bu anlamda çıtayı ne derece yukarı çıkarabildiği elbette tartışılır. ancak yönetmenin filmde gerçek duygusunu yaratmak amacıyla kullandığı yöntemlerin filmlerinin insanı "rahatsız edici" filmler olarak nitelendirilmesi önemli bir noktayı ıskalıyor olabilir: filmlerin rahatsız edici olmalarının sebebinin aslında örneğin bir insanı öldürmenin, bir insanın öldürülmesine bizim tanık olmamızın çok kötü bir deneyim olduğunu bize hissettiriyor olması olabilir. filmlerinde müzik kullanılmamasının sebebi gerçek hayatta olaylar yaşanırken olaylara eşlik eden dramatik bir müzik duymuyor olmamız olabilir. bu örnekler çoğaltılabilir.
yani yönetmen hikayesini anlatırken zaman tüketmemize yardımcı olacak entelektüel bir eğlencelik yaratmıyor; izleyiciyi onu istismar eden ticari sinema aygıtlarından mahrum bırakarak gerçek hisler, gerçek problemler, gerçek meseleleri farketmeye, bu meseleler üzerine düşünmeye ve uyuşmadan farkına vararak izlemeye, tanık olmaya çağırıyor, sinema saniyede 24 kare gerçektir derken bunu kastediyor yönetmen ve bence bunu her filminde kendine özgü bir şekilde, etkileyici bir biçimde yapıyor.
beyaz bant’ı kesinlikle öneririm.
Aşk filmine yorum yazdı:
Haneke’nin en popüler filmi olan Amour, çok büyük övgü alan bir eser oldu zamanında. Filmi izlediğimizde görsel düzenlemelerin, sahnelerin, renklerin, ışığın, oyunculukların her birisinin ayrı ayrı etkileyici, ve hatta neredeyse duygusal bir atmosfer oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Filmle ilgili the guardian gazetesinin websitesinde ilginç bir itiraz yazısı okudum: yazar burada hasta olan georges olsaydı ve georges’un sonu filmdeki Anne gibi bitseydi bu kadar beğeni olmayabilirdi diyor. Cinsiyet seçimi, bir erkeğin merhamet ve şefkat/aşk duygusu ile sevdiği ve ömrünü beraber geçirdiği kadına olan tavrının yüceltilmesinde cinsiyetçi bir yaklaşım olduğunu söylüyor yazar. Burada SPOİLER olacak ama, Georges’un Anne’i ödürmesinin ötenaziye övgü olduğundan söz edilmiş. SPOİLER SONU. Bilmiyorum. Bunların hepsi düşünülebilir.
Seneler sonra Amour’u bir kez daha izlerken, yine çok etkilenmemiş olmamın sebebini düşündüm. Yaşlanma, fiziksel anlamda bedenin güç kaybetmesi ve acı çekmek, hastalık ve ... DevamıHaneke’nin en popüler filmi olan Amour, çok büyük övgü alan bir eser oldu zamanında. Filmi izlediğimizde görsel düzenlemelerin, sahnelerin, renklerin, ışığın, oyunculukların her birisinin ayrı ayrı etkileyici, ve hatta neredeyse duygusal bir atmosfer oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Filmle ilgili the guardian gazetesinin websitesinde ilginç bir itiraz yazısı okudum: yazar burada hasta olan georges olsaydı ve georges’un sonu filmdeki Anne gibi bitseydi bu kadar beğeni olmayabilirdi diyor. Cinsiyet seçimi, bir erkeğin merhamet ve şefkat/aşk duygusu ile sevdiği ve ömrünü beraber geçirdiği kadına olan tavrının yüceltilmesinde cinsiyetçi bir yaklaşım olduğunu söylüyor yazar. Burada SPOİLER olacak ama, Georges’un Anne’i ödürmesinin ötenaziye övgü olduğundan söz edilmiş. SPOİLER SONU. Bilmiyorum. Bunların hepsi düşünülebilir.
Seneler sonra Amour’u bir kez daha izlerken, yine çok etkilenmemiş olmamın sebebini düşündüm. Yaşlanma, fiziksel anlamda bedenin güç kaybetmesi ve acı çekmek, hastalık ve bütün bunların yanında neredeyse kimsesizlik, yalnızlık, iletişimsizlik, ailenin neredeyse işlevsizliği, var olmamış olması. Bunların bir çoğu Haneke filmlerinde yer alan meseleler. Ben Georges, Anne ve kızlarını Yedinci Kıta’daki aile filmin sonunda SPOILER XXX intihar etmemiş olsaydı XXX SPOILER SONU işte bu insanlara dönüşürdü diye düşündüm. Onların işlevsiz, kopuk ilişkileri zaten yönetmenin son filmi Mutlu Son’da daha ayrıntılı anlatılıyor ve hatta artık bir öykü olma özelliğini yitirmiş parçalı halleriyle daha da etkileyici bir atmosfer de yaratıyor bence. Amour’da çok hesaplı, ince ince işlenmiş bir tavır var. Bunun ne olduğunu çözdüğümü söyleyemem. Sanki Haneke’nin çekmemesi gereken bir film gibi Amour. Ya da bu film için Haneke’nin guilty pleasure filmi de denebilir belki. Hikayesiz bir can acısı filmi gibi. Yönetmenin her filmini izledim - tv filmi olarak çektiği Şato’yu saymıyorum- ama herhalde beni en az etkileyen filmi bu oldu. Ancak bir Haneke filminde istisna sayabileceğimiz tek olayı da bu filmde görüyoruz. Bir Haneke filminde hayvanlar mutlaka öldürülür. Amour bu anlamda çok güzel, etkileyici bir tarzda bir istisna yaratıyor...
Karabasan filmine yorum yazdı:
Babadook, bir annenin yaşadığı travmaları bir korku hikayesi üzerinden çözüşünü yada bu travmalarla başa çıkmasını ya da en doğru deyişle bu travmalarla uzlaşmasını anlatıyor.
Filmin en ilgi çekici yanlarından biri çok başarılı iki oyuncusu. Ayrıca olayların yaşandığı mekanın yani evin kullanımı sıradışı olmasa bile ağırlıklı renk kullanımı dikkat çekiyor. Amelia’nın sakin görünüşüne uyan ama bir yandan da bir ağırlık hissi veren çok koyu bir renk söz konusu burada. Senaryonun çok iyi olduğunu söyleyebilir miyiz, bilmiyorum; çünkü filmin ilk çeyreğindeki müthiş etkileyici görüntüler, atmosfer, gerilim hissi ve bu gerilimin doğa üstü bir olaydan değil de son derece doğal ve/ama etkisi geçmemiş bir takım korkunçlukların sonucu olduğunu öğrendiğimiz bir bölüm burası. Amelia’nın, oğlu Sam’le ve etrafındaki insanlarla olan ilişkisinden bastırılmış bir şekilde yaşayan öfkesinin dışarı çıktığı son çeyreğe kadar da bence bu atmosfer ve gerilim iyi bir şekilde sürdürülüyor. Sonrasında, yani a ... DevamıBabadook, bir annenin yaşadığı travmaları bir korku hikayesi üzerinden çözüşünü yada bu travmalarla başa çıkmasını ya da en doğru deyişle bu travmalarla uzlaşmasını anlatıyor.
Filmin en ilgi çekici yanlarından biri çok başarılı iki oyuncusu. Ayrıca olayların yaşandığı mekanın yani evin kullanımı sıradışı olmasa bile ağırlıklı renk kullanımı dikkat çekiyor. Amelia’nın sakin görünüşüne uyan ama bir yandan da bir ağırlık hissi veren çok koyu bir renk söz konusu burada. Senaryonun çok iyi olduğunu söyleyebilir miyiz, bilmiyorum; çünkü filmin ilk çeyreğindeki müthiş etkileyici görüntüler, atmosfer, gerilim hissi ve bu gerilimin doğa üstü bir olaydan değil de son derece doğal ve/ama etkisi geçmemiş bir takım korkunçlukların sonucu olduğunu öğrendiğimiz bir bölüm burası. Amelia’nın, oğlu Sam’le ve etrafındaki insanlarla olan ilişkisinden bastırılmış bir şekilde yaşayan öfkesinin dışarı çıktığı son çeyreğe kadar da bence bu atmosfer ve gerilim iyi bir şekilde sürdürülüyor. Sonrasında, yani artık çizginin öte yanına geçildiğinde filmin ilk kısımlarında kurulmuş bu dengeli ve etkileyici gerilim bir şekilde tam anlamıyla aynı çıtayı yakalayamıyor. Bunun sebeplerinden birisi yönetmenin kasıtlı olarak korku filmi atmosferi yaratma hissini geriye çekerek amelia’nın iyice bozulmuş psikolojisine odaklanmamızı istiyor olması da olabilir; ama bir şekilde buralarda aksayan şeyler var.
Sonuç olarak; filmin ikinci yarısının ilk yarısına kıyasla bir ya da bir kaç adım geride geldiğini söyleyebiliriz. Bir annenin anne olmak, eş olmak, kayıp ve yas hissinin ağırlığı sebebiyle hayata adapte olamamak ve kendi gerçekliğiyle yüzleşememesi meselelerini doğa üstü bir hikaye üzerinden anlatırken film ilk yarıda dikkat çekici, merak uyandırıcı bir ritm yakalıyor, ve sonra bu ritmi biraz bozuyor ve hikayesini bu şekilde tamamlıyor.
Geçmişten Gelen filmine yorum yazdı:
Joel Edgerton’ın hem yönetip hem de Gordo rolüyle karşımıza çıktığı The Gift, klasik Hollywood oyunlarına başvurmadan öyküsünü anlatıyor. Oldukça sakin sakin akan bir film bu, Fargo’yu da andırıyor biraz. Temel meselesini ahlâki seçimler, karakterlerinin geçmişiyle yüzleşmesi ve en yakınlarımızı dahi ancak ciddi ahlaki krizler sırasında tanıyabileceğimizi söyleyen o bakış açısından yana tavır koymak üzerine kuruyor. Çok kolayca hızlı aksiyon sahnelerine, uyduruk ve sahte gerilim oyunlarına teslim edilebilecek olan ve bunun için inanılmaz bir malzeme barındıran film çok ilgi çekici olmamayı kasıtlı olarak başararak odak noktasını tamamen karakterlerine yerleştiriyor; böylece bize insandan bahsedermiş gibi yaparak aslında eğlencelik malzemeler koyan, zaman tüketmemizi sağlayan veya buna neden olan yüz binlerce benzeri filmden kolayca ayrılıyor, çünkü film gerçekten hem karakterlerinin şimdiki anları, geçmiş hikayeleri ve bütün bunların sebep olduğu gerilimlerle ilgileniyor hem de ahlaki ... DevamıJoel Edgerton’ın hem yönetip hem de Gordo rolüyle karşımıza çıktığı The Gift, klasik Hollywood oyunlarına başvurmadan öyküsünü anlatıyor. Oldukça sakin sakin akan bir film bu, Fargo’yu da andırıyor biraz. Temel meselesini ahlâki seçimler, karakterlerinin geçmişiyle yüzleşmesi ve en yakınlarımızı dahi ancak ciddi ahlaki krizler sırasında tanıyabileceğimizi söyleyen o bakış açısından yana tavır koymak üzerine kuruyor. Çok kolayca hızlı aksiyon sahnelerine, uyduruk ve sahte gerilim oyunlarına teslim edilebilecek olan ve bunun için inanılmaz bir malzeme barındıran film çok ilgi çekici olmamayı kasıtlı olarak başararak odak noktasını tamamen karakterlerine yerleştiriyor; böylece bize insandan bahsedermiş gibi yaparak aslında eğlencelik malzemeler koyan, zaman tüketmemizi sağlayan veya buna neden olan yüz binlerce benzeri filmden kolayca ayrılıyor, çünkü film gerçekten hem karakterlerinin şimdiki anları, geçmiş hikayeleri ve bütün bunların sebep olduğu gerilimlerle ilgileniyor hem de ahlaki çıkmazlarla karşılaşan bu karakterler üzerinden bizden durup düşünmemizi istiyor. Bir sanatçının gerilim filmleri ve onun hilelerini kullanarak ama bunu minimum sayılabilecek bir oranda yaparak başarması bence takdiri hak ediyor. Yönetmen minimal bir gerilim kuruyor kesinlikle. Filmde fazla, gereksiz, sahte, zorlama hiç bir şey olmadığı gibi gerilimin bir gerilim filmi malzemesi ve klişesi olarak kötü adam üzerine kurulmayıp ahlakilik üzerine kurulması ve esas meselenin de kişilerin değil de ahlaki seçimlerin yarattığı gerginlik olması hem çok güzel, hem de bence çok etkileyici.
Filmin finaline doğru yaşanan bütün heyecan verici sahnelerin aslında çok güzel kurgulanmış bir yem olması, yönetmenin çok akıllıca bir seçimi kesinlikle. Bütün bu belirsizliklerin, şüphelerin arasında netleşen, berraklaşan özellikleri ve nitelikleriyle bu insanların hikayesi bence izlenmeyi, ve film de üzerine gerçekten düşünülmeyi hak ediyor.
Paralel Evren filmine yorum yazdı:
Bu film, kalabalık kadrosu ve sabit duramayan kamerası ve fazlasıyla diyaloğa dayalı senaryosuyla ilgi çekici ve aslında benzerlerini izlemiş olduğumuz hikayesini biraz harcıyor. Filmin son on dakika kadar olan kısmı sürekli hareket eden ve gerçeklik hissi artırmayı hedefleyen kamerasıyla giderek karmaşıklaşan hikayeyi en baştan zorlamaya başlıyor. Varlıkları hikayeye bir katkı sağlamayan karakterlerle film gerçekten bir gürültüye dönüşüyor. Bu konunun bir benzeri ispanyol filmi Los Cronocrimines (Zaman suçları)’nda işlenmişti ve hem ne de güzel işlenmişti. Burada ise esas hikaye son on dakikada ortaya çıkıyor, filmin geri kalanında karakterlerin ne olup bittiğini anlamak için telaşlanıp endişelenmesini bir tiyatroya daha çok yakışacak bir senaryo sebebiyle heyecansız, kuru bir şekilde izliyoruz, evet konu ilginç ama bunu yaşama biçiminin anlatılma tarzı ilginç değil. Bu anlamda Coherence filminin iyi bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendi adıma Zaman Suçları ve Triangle adlı diğer ... DevamıBu film, kalabalık kadrosu ve sabit duramayan kamerası ve fazlasıyla diyaloğa dayalı senaryosuyla ilgi çekici ve aslında benzerlerini izlemiş olduğumuz hikayesini biraz harcıyor. Filmin son on dakika kadar olan kısmı sürekli hareket eden ve gerçeklik hissi artırmayı hedefleyen kamerasıyla giderek karmaşıklaşan hikayeyi en baştan zorlamaya başlıyor. Varlıkları hikayeye bir katkı sağlamayan karakterlerle film gerçekten bir gürültüye dönüşüyor. Bu konunun bir benzeri ispanyol filmi Los Cronocrimines (Zaman suçları)’nda işlenmişti ve hem ne de güzel işlenmişti. Burada ise esas hikaye son on dakikada ortaya çıkıyor, filmin geri kalanında karakterlerin ne olup bittiğini anlamak için telaşlanıp endişelenmesini bir tiyatroya daha çok yakışacak bir senaryo sebebiyle heyecansız, kuru bir şekilde izliyoruz, evet konu ilginç ama bunu yaşama biçiminin anlatılma tarzı ilginç değil. Bu anlamda Coherence filminin iyi bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendi adıma Zaman Suçları ve Triangle adlı diğer benzer temalı filmin kesinlikle çok ama çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. İki filmi de kesinlikle öneririm.
Ex Machina filmine yorum yazdı:
Bu ilgi çekici bilim kurgu filmi bir yandan yapay zeka ve kadın olmak arasında paralellikler kurduğu hikayesini istismar etmek, zaafların ve zayıflıkların istismar edilmesi, ahlaki ve etik değerlerin bilimsel menfaatler uğruna kullanılmasını anlatarak ortaya koyarken bir yandan özellikle final bölümlerinde belki de istediği etkiyi ya da beklediğimiz o etkiyi yaratamadan da bitiyor, ancak belki bu vurucu final beklentisi de yönetmenin, senaristin önümüze koyduğu yemlerden bir diğeridir; aslında bir bilimkurgu filmi değil de yapay zeka hikayesi üzerinden kadının bir vücuda indirgenmişliğini ve bu durumun bitmek bilmeyen şekilde sömürülmesini anlatan bir kaçış ve kurtuluş hikayesidir aslında film ve bizi heyecanlandırmak, hoşça vakit geçirtip sonra rahatlatmak yerine sürüp giden, devam eden bir istismarın ve suistismalin varlığını hissetmemizi ve bunu üzerine düşünmemizi istiyordur. Durum bu ise, film hedefine ulaşıyor diyebiliriz kesinlikle. Beklenen ve beklemeye alıştığımız aksiyon sahn ... DevamıBu ilgi çekici bilim kurgu filmi bir yandan yapay zeka ve kadın olmak arasında paralellikler kurduğu hikayesini istismar etmek, zaafların ve zayıflıkların istismar edilmesi, ahlaki ve etik değerlerin bilimsel menfaatler uğruna kullanılmasını anlatarak ortaya koyarken bir yandan özellikle final bölümlerinde belki de istediği etkiyi ya da beklediğimiz o etkiyi yaratamadan da bitiyor, ancak belki bu vurucu final beklentisi de yönetmenin, senaristin önümüze koyduğu yemlerden bir diğeridir; aslında bir bilimkurgu filmi değil de yapay zeka hikayesi üzerinden kadının bir vücuda indirgenmişliğini ve bu durumun bitmek bilmeyen şekilde sömürülmesini anlatan bir kaçış ve kurtuluş hikayesidir aslında film ve bizi heyecanlandırmak, hoşça vakit geçirtip sonra rahatlatmak yerine sürüp giden, devam eden bir istismarın ve suistismalin varlığını hissetmemizi ve bunu üzerine düşünmemizi istiyordur. Durum bu ise, film hedefine ulaşıyor diyebiliriz kesinlikle. Beklenen ve beklemeye alıştığımız aksiyon sahnelerinin olmayışı ve kameranın da neredeyse Ava kadar temkinli, ufak adımlar attığı sahnelerle dolu exMachina, çok ilgi çekici mekan kullanımı ile de dikkat çekecek bir çalışma.
Dizinin orijinal ismiyle türk versiyonu arasındaki fark bile bizim senaristlerin gözünü nereye diktiğini belli ediyor gibi: sadakatsizliğe uğramış bir kadının intikam öyküsü. Çok dikkat çekecek bir konu bu. Ancak dizinin orijinali aslında bundan bahsetmiyor.
Doctor Foster iki sezonluk bir dizi ve/ama ilk sezonla beraber hikayesi bitti diyebiliriz, çünkü bir yere ve bir sona bağlanıyor. İlginç bir şekilde gerilim, kavga, intikam bekleyenleri pek memnun edebilecek bir çalışma da değil. Burada daha çok bir kadın karakteri ve bu karakter üzerinden onun yaşamasını bekleyebileceğimiz travmanın bizi aslında umduğumuz yere götürmemesi aracılığıyla söylenen şeyler var. Beş bölüm boyunca Doktor Foster’ın yaşadığı azabın bizi getirdiği nokta, aslında başa çıkamayan, yapamayan, kazanamayan bir karakterin kabuğunu kır ... Devamı
Dizinin orijinal ismiyle türk versiyonu arasındaki fark bile bizim senaristlerin gözünü nereye diktiğini belli ediyor gibi: sadakatsizliğe uğramış bir kadının intikam öyküsü. Çok dikkat çekecek bir konu bu. Ancak dizinin orijinali aslında bundan bahsetmiyor.
Doctor Foster iki sezonluk bir dizi ve/ama ilk sezonla beraber hikayesi bitti diyebiliriz, çünkü bir yere ve bir sona bağlanıyor. İlginç bir şekilde gerilim, kavga, intikam bekleyenleri pek memnun edebilecek bir çalışma da değil. Burada daha çok bir kadın karakteri ve bu karakter üzerinden onun yaşamasını bekleyebileceğimiz travmanın bizi aslında umduğumuz yere götürmemesi aracılığıyla söylenen şeyler var. Beş bölüm boyunca Doktor Foster’ın yaşadığı azabın bizi getirdiği nokta, aslında başa çıkamayan, yapamayan, kazanamayan bir karakterin kabuğunu kırma çabası. Bir azap süreci bu, çünkü bir uyandırma servisi, farkına varma süreci. Aldatılan bir kadının yaşayacağı şeyleri anlatırken dizi, bir yandan da aslında beklemeyeceğimiz şeyleri de anlatıyor. Foster’ın içine girdiği farkına varma süreci böyle bir şey. Aslında çığlığının ortalığı yıkamadığı, hiç bir şeyin alt üst olmadığı, sadece küçük sarsıntılarla hayatın akmaya devam ettiği, ve yaralarınla berelerinle kaldığın yerden yaşamaya devam etmek zorunda olduğunu kabullenme süreci. Öfkesi en fazla bir iki tül oynatabilmiş bir kadının öyküsü. "Seninle olmuyor" cümlesinin acıtsa bile etkisini uzatmadan kaybetmesi gerektiğini kabul etmenin öyküsü.
Dizinin ikinci sezonu da çekilmiş, ama bence bitmiş bir öyküyü uzatmanın anlamı yok.