4 yıl önce
Piyanisti Vurun filmine yorum yazdı:
400 Darbe filmine yorum yazdı:
Çok seneler sonra 400 Darbe’yi yeniden izlediğimde, senelerdir hiç unutmadığım müziği gibi, bu filmin sinema sanatının ne kadar güzel olduğunu kanıtlayacak denli iyi bir örnek olduğunu da görmüş oldum; izlediğim zamanlar oldukça eskiydi, şu anda izlerken aldığım hazzı ve keyfi o zamanlar hissetmiş olamam.
400 Darbe, öncelikle çok iyi senaryosu, kadraja giren çok güzel görüntüleri, müziği, çok iyi oyunculuklarıyla takdir edilmeyi hak ediyor bir yandan; ve öte yandan 61 sene önce hikaye anlatmak ve hikaye anlatmayı zaman geçirmek, göz boyamak, vakit öldürmek, izleyiciye yalan söylemek için değil, izleyicinin gözünün hikayenin ötesine, sinema salonunun dışına çekecek şekilde kullanmış olması anlamında da takdir edilmeyi hak ediyor. İzleyicisine yalan söylemek yerine onun kucağına gerçekleri koyup onlara bakmasını, hikayeyi onlarla kurmasını isteyen bir film bu.
Truffaut gencecik yaşta çekmiş 400 Darbe’yi... Bir film, hele de bir ilk film ancak bu kadar güzel olabilir. Bir film sinema s ... DevamıÇok seneler sonra 400 Darbe’yi yeniden izlediğimde, senelerdir hiç unutmadığım müziği gibi, bu filmin sinema sanatının ne kadar güzel olduğunu kanıtlayacak denli iyi bir örnek olduğunu da görmüş oldum; izlediğim zamanlar oldukça eskiydi, şu anda izlerken aldığım hazzı ve keyfi o zamanlar hissetmiş olamam.
400 Darbe, öncelikle çok iyi senaryosu, kadraja giren çok güzel görüntüleri, müziği, çok iyi oyunculuklarıyla takdir edilmeyi hak ediyor bir yandan; ve öte yandan 61 sene önce hikaye anlatmak ve hikaye anlatmayı zaman geçirmek, göz boyamak, vakit öldürmek, izleyiciye yalan söylemek için değil, izleyicinin gözünün hikayenin ötesine, sinema salonunun dışına çekecek şekilde kullanmış olması anlamında da takdir edilmeyi hak ediyor. İzleyicisine yalan söylemek yerine onun kucağına gerçekleri koyup onlara bakmasını, hikayeyi onlarla kurmasını isteyen bir film bu.
Truffaut gencecik yaşta çekmiş 400 Darbe’yi... Bir film, hele de bir ilk film ancak bu kadar güzel olabilir. Bir film sinema sanatını bu kadar sade bir şekilde ancak bu kadar yüceltebilir. Bir hikaye anlatıcısı ancak bu kadar güzel anlatabilir hikayesini...Muazzam güzellikte bir sinema başyapıtı 400 Darbe. Kesinlikle, mutlaka izlenmeli, hatta ara ara tekrar tekrar izlenmeli... Antoine’ın finaldeki o bakışı için bile buna değer....
Gece Vurgunu filmine yorum yazdı:
Bu film, ilgi çekici bir konu ve temayı hem izlemesi kolay ve hem de mesajını çok rahatça verdiği senaryosuyla iyi bir ana akım sineması örneği; iyi yazılmış olmasının en olumlu yanlarından biri Louis Bloom karakterinin gerçekçiliğinin her şeyin önüne geçmiş olması diyebiliriz; film boyunca beş para etmez karakterinin amaçladığı yönde attığı adımları ve ahlakı sıfırlamasını izlerken bir yandan da hem yönetmen hem de senarist olan Dan Gilroy’un boşa çıkmış ABD rüyası ve kapitalizmin lideri ülkesine son derece sade bir dille itirazını dile getirişini de görüyoruz: şefkat ve merhamet elini uzatarak başkalarının acılarını dindirmek, onlara yardımcı olmak ve paylaşmak varken başkasının acizliğinden, zaafından, ölmesinden palazlanan ve bu kanla yaşamayı seçenlerin ve seçenek olarak da kendilerini bunu sunan ve bunu pazarlayan bir ekonomik sistemin yarattığı insanları anlatıyor film, işte bu anlamda bir vampir hikayesi anlatıyor da diyebiliriz film için.
Kesinlikle öneririm.
Track 29 filmine yorum yazdı:
Ne kadar güzel bir Roeg filmiydi bu!
Nicolas Roeg’u sevmem için bir neden daha Track 29; çünkü bu filmi son zamanlarında o b filmi havası veren diğer çalışmalarıyla beraber ne kadar da yönetmenin izini taşıyor...
Büyük bir yönetmen değil Nicolas Roeg; böyle bir derdi olduğunu da sanmıyorum, bence o anlatabileceği hikayeleri anlatmayı ve bu hikayeleri kendi tarzında anlatmayı seven bir yönetmen. Güçlü, çıtası yüksek filmlerinde de kendisi, ve Track 29 gibi filmlerinde de izini, tarzını belli eden, filme kendini rengini bir şekilde verebilen bir yönetmen...
Track 29, yönetmenin çok etkileyici ve insanlara rahatsız edici de gelebilecek bir annelik hikayesi: izlediğimiz şeyin gerçeğin kendisinden çok kadın karakterin halüsinasyonları, iç karmaşası olduğunu anladıkça daha da ilginçleşen, bir annenin kaybettiği oğluna duyduğu sevginin ; basit, bayağı, tekdüze hayatından sebebiyle hissettiği hüzün ve üzüntünün de hikayesi olan iyi bir Roeg filmi. Roeg filmin bir çok yerinde kendi stilini b ... DevamıNe kadar güzel bir Roeg filmiydi bu!
Nicolas Roeg’u sevmem için bir neden daha Track 29; çünkü bu filmi son zamanlarında o b filmi havası veren diğer çalışmalarıyla beraber ne kadar da yönetmenin izini taşıyor...
Büyük bir yönetmen değil Nicolas Roeg; böyle bir derdi olduğunu da sanmıyorum, bence o anlatabileceği hikayeleri anlatmayı ve bu hikayeleri kendi tarzında anlatmayı seven bir yönetmen. Güçlü, çıtası yüksek filmlerinde de kendisi, ve Track 29 gibi filmlerinde de izini, tarzını belli eden, filme kendini rengini bir şekilde verebilen bir yönetmen...
Track 29, yönetmenin çok etkileyici ve insanlara rahatsız edici de gelebilecek bir annelik hikayesi: izlediğimiz şeyin gerçeğin kendisinden çok kadın karakterin halüsinasyonları, iç karmaşası olduğunu anladıkça daha da ilginçleşen, bir annenin kaybettiği oğluna duyduğu sevginin ; basit, bayağı, tekdüze hayatından sebebiyle hissettiği hüzün ve üzüntünün de hikayesi olan iyi bir Roeg filmi. Roeg filmin bir çok yerinde kendi stilini belli ediyor, yine ilgi çekici sekanslar, kısa kesmeler yapıyor yönetmen, işte ben bu tarzını her zaman çok seviyorum.
Track 29’un en dikkat çekici bir diğer yönü ise her defasında farklı bir senaristle çalışan yönetmenin aslında senarist Dennis Potter’la çok iyi uyum sağlamış olması: filmdeki karakterlerin çizgileri, diyalogları, derinliği veya yüzeyselliği çok ama çok iyi çizilmiş. Hem bu güzel senaryo, hem Roeg’un stilize kurgu seçimleri filmi ilgi çekici ve başarılı bir çalışma haline getiriyor...
Track 29’u mutlaka öneriyorum..
Rectify dizisine yorum yazdı:
Rectify'la ilgili söylenebilecek iyi ve kötü şeyler var.
Dizinin çok beğenilmesine sebep olan şeyler aslında dizinin iyi olmamasına da sebep oluyor diyebiliriz.
Öncelikle dizinin konusu ilgi çekici: 20 sene önce işlediği cinayet suçu sebebiyle idam cezasından kurtulan Daniel 20 sene sonra, 38 yaşında evine dönüyor. Ailesi onu bekliyor, ama bu arada annesi evlenmiş, çocuk sahibi olmuş. Babasından kalan işyerini üvey babası ve üvey kardeşi yönetiyor...Daniel'ın dönüşü herkes tarafından aynı heyacanla karşılanmıyor, buna üvey kardeş dahil, şehirdeki bir çok insan da.
Dizi, Daniel'ın topluma dahil olabilmek amacıyla bir anlamda sessizce debelenmesini anlatıyor. İlk üç sezonun bu anlamda aile bireyleri ve daniel arasında; şerif, cinayete tanık olmuş veya olmamış diğer kişiler arasında ikna edici, gerçekçi gerilimler kurduğunu ve çıtasını gerçekçi olmak şeklinde ayarladığını söyleyebiliriz. Ancak final sezonu artık tamamen duygusal açıklamalar, yüzleşmeler ve bütün sezonlarda tek bir sani ... DevamıRectify'la ilgili söylenebilecek iyi ve kötü şeyler var.
Dizinin çok beğenilmesine sebep olan şeyler aslında dizinin iyi olmamasına da sebep oluyor diyebiliriz.
Öncelikle dizinin konusu ilgi çekici: 20 sene önce işlediği cinayet suçu sebebiyle idam cezasından kurtulan Daniel 20 sene sonra, 38 yaşında evine dönüyor. Ailesi onu bekliyor, ama bu arada annesi evlenmiş, çocuk sahibi olmuş. Babasından kalan işyerini üvey babası ve üvey kardeşi yönetiyor...Daniel'ın dönüşü herkes tarafından aynı heyacanla karşılanmıyor, buna üvey kardeş dahil, şehirdeki bir çok insan da.
Dizi, Daniel'ın topluma dahil olabilmek amacıyla bir anlamda sessizce debelenmesini anlatıyor. İlk üç sezonun bu anlamda aile bireyleri ve daniel arasında; şerif, cinayete tanık olmuş veya olmamış diğer kişiler arasında ikna edici, gerçekçi gerilimler kurduğunu ve çıtasını gerçekçi olmak şeklinde ayarladığını söyleyebiliriz. Ancak final sezonu artık tamamen duygusal açıklamalar, yüzleşmeler ve bütün sezonlarda tek bir saniye kesilmek bilmeyen asansör müziği kullanımıyla iyi çekilmiş, iyi ve sakin sakin oynanmış bir dram izlediğimizi, ve yönetmenin esas derdinin sürekli duygulanmamız olduğuna ikna ediyor bizi. İnsanların duyguları, iç dünyalarını onları inandırıcı karakterler olarak sunabilmek bir maharet muhakkak, dizi bu anlamda artık işin suyunu çıkarana dek iyi bir sınav veriyor bence, ama fazla baharat yemeğin tadını kaçırıyor, yemek fazla tuzlu, çaysa fazla şekerli. Bundan hoşlananlar olması elbette doğal, zaten dizinin metascore'da aldığı oy oranı azımsanacak gibi değil, bu siteye göre bu güne dek yazılmış en iyi dizi senaryosu Rectify'a ait. Ancak, herkesin birbirini anlamaya başladığı, herkesin bir anlamda iyileşmeye başladığı ve gerçekçi problemleri olan, gerçekçi çatışmalar ve gerilimler yaşayan insanlardan sadece rectify dizisinde var olabilecek bir alemde var olmaya doğru yol aldıkça iyi bir senaryo olma özelliğini yitirdiğini düşünüyorum dizinin; çünkü bir zanaatten bahsetmiyoruz burada, bir şeyin iyi anlatılması değil tek meselemiz, eğer amaç zaman geçirtmek değilse. "Sonsuza dek mutlu mesut yaşadılar" klişesini iyi yazılmış bir senaryoyla önümüzde getirdiklerinde artık gerçek dünyadan değil, dizideki dünyadan bahsettiklerini ve amacın da gerçekliği tecrübe etmek veya bunu anlatmak, bu kadar büyük bir travma yaşamış bir insanı ya da insanları kendi gerçekliklerinde anlatmak değil, onu kullanarak eğlencelik, duygusal bir zaman geçirme olduğunu düşünebiliriz. Rectify, bu anlamda gerçekçi, ilgi çekici bir noktadan başlayarak dördüncü sezonda dini ve ailevi değerlerin yüceltildiği, yanlış yapanların cezasını bulduğu, yanlış yapanların özür dilediği, özürlerin kabul edildiği bir çeşit günah çıkarma ayinine, bir çeşit kiliseye dönüşüyor. Bunun dışında görüntüler anlamında dizinin çoğu kez çok iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz. Müzik kullanımının bitmek bilmemesi yüzünden bıkkınlık gelse de, genel anlamda- bir, iki ve üçüncü sezonda giderek azalan bir beğeni oranıyla- iyi çalışmalar çıkarıldığını söyleyebiliriz...
Rectify; The Leftovers, Battlestar Galactica, Breaking Bad, hatta The Fall gibi senaryosu muhteşem nice diziyle kıyaslanınca iyi ayarlanmış, iyi yazılmış, iyi oynanmış duygusal bir dizi olmanın ötesine geçemeyen ve ama yine de izlemesi keyif verebilecek bir dram.
Duygusal dramlara ilgisi olanlara öneririm.
Şeytanlar filmine yorum yazdı:
80’li yıllarda atilla dorsay’ın cumhuriyet gazetesinde cuma günleri çıkan sinema sayfasında yanılmıyorsam ken russell’ın gotik filmi için şöyle bir söz söylediğini hatırlıyorum: "ken russell’ı ya seversiniz ya da ondan nefret edersiniz." the devils filmi bu sözü çok doğru çıkartabilecek bir çalışma.
1971 yılında ken russell’ın bu filmi çekebilmiş olması inanılmaz, bunu izleyen herkesin aynı şeyi düşüneceğine eminim. din ve politik iktidar elele yaşanan bu deliliği başka bir yönetmenin bu şekilde anlatmasını bırakın bir kenara film gerçekten tekrar edilemeyecek denli yoğun bir sinematik atmosfer yaratabiliyor; bu inanılmaz itici, etkileyici, şok edici filmin gerçek bir sanat eseri olduğu su götürmez. kaba oyunculukları; rahatsız edici, ama hakikaten uç derecede kulak tırmalayan müzik kullanımını, tamamen yönetmene özgü sahne düzenlemeleri ve nicolas roeg’u sadece andıran ve ama roeg’ın yanında masum bir kedi gibi kaldığı sahneler, sekanslar, kurgu tercihleriyle the devils kesinlikle ke ... Devamı80’li yıllarda atilla dorsay’ın cumhuriyet gazetesinde cuma günleri çıkan sinema sayfasında yanılmıyorsam ken russell’ın gotik filmi için şöyle bir söz söylediğini hatırlıyorum: "ken russell’ı ya seversiniz ya da ondan nefret edersiniz." the devils filmi bu sözü çok doğru çıkartabilecek bir çalışma.
1971 yılında ken russell’ın bu filmi çekebilmiş olması inanılmaz, bunu izleyen herkesin aynı şeyi düşüneceğine eminim. din ve politik iktidar elele yaşanan bu deliliği başka bir yönetmenin bu şekilde anlatmasını bırakın bir kenara film gerçekten tekrar edilemeyecek denli yoğun bir sinematik atmosfer yaratabiliyor; bu inanılmaz itici, etkileyici, şok edici filmin gerçek bir sanat eseri olduğu su götürmez. kaba oyunculukları; rahatsız edici, ama hakikaten uç derecede kulak tırmalayan müzik kullanımını, tamamen yönetmene özgü sahne düzenlemeleri ve nicolas roeg’u sadece andıran ve ama roeg’ın yanında masum bir kedi gibi kaldığı sahneler, sekanslar, kurgu tercihleriyle the devils kesinlikle ken russell’ın başyapıtı: kilise, din, devlet, siyaset ilişkilerini; tamamen menfaat ve sahtelik üzerine, delilik, sanrılar üzerine kurulu inanç meselelerini çok irkiltici bir şeytan çıkarma konusu üzerinden anlatıyor film, spoiler olacak amafinal sahnelerinde kalabalığın çarmıha gerilmiş grandier’e yan! yan! haykırışları ve şehrin bombalanmasıyla bitiyor.
filmin gösterimiyle ilgili bir sürü problem yaşanmış : orijinal ve kesintisiz hali ancak 2002 yılında gösterilebilmiş ingiltere’de. 1971 yılında gösterime girdiğinde çok büyük tepki toplayınca apar topar gösterimden kaldırıldığı gibi sapık ve sadist bir film olmakla da suçlanmış. katoliklere ve genel anlamda dine ve bağnazlığa yönelttiği eleştiriler sebebiyle filmin ingiltere’de macerası kısa sürmüş, oysa venedik film festivali’nde en iyi yönetmen- yabancı film ödülünü kazandığı gibi, abd’de de national board of review tarafından iyi yönetmen ödülünü almış.
filmin başının sansürle derde girmesinin sebebi; dini görüntüler, şiddet ve seksin russell’a özgü başdöndürücü, hızlı ve karmaşık kurgusu ve bitmek bilmeyen rahatsız edici müzikleriyle beraber sıradışı bir çarpıcılıkla sunulmasından kaynaklanıyordu.
ken russell filmin sansürden kurtulabilmesi için katedraldaki çıplak sahneleri , filmin sonundaki çarmıh sahnesinde bacakların ezilmesi vb. gibi sahneleri kesti, ancak esas müdahale stüdyo tarafından geldi: stüdyo rahibelerin isa’nın heykelini indirerek grup seks yapıp heykele tecavüz ettikleri 2,5 dakikalık sahnenin tamamını, rahibe jane’in grandier’in kömür haline gelmiş femuruyla mastürbasyon yaptığı sahnenin tamamını kesti. böylece film 106 dakikaya indi, oysa orijinal hali 117 dakika. abd’de bu sansür daha da ileri bir dereceye çıktı. sansürlenmiş haliyle bile the devils yine de diğer filmlerin cüret edebildikleri noktanın çok daha ilerisindeydi. 2002 yılında filmin sansürlenen bazı kısımları tamamen kaybolmuş olsa bile ele geçirilebilenlerle yapılan restore çalışmaları sonucunda filmin tamamı ilk kez gösterilebildi. 2006 yılında brüksel film festivali’nde orijinal ve kesilmemiş haliyle gösterildi. işin ilginci bugün bile dvd olarak avrupa’da ve abd’de kesilmemiş ve yönetmen kurgusu adıyla satılan dvd’lerin tamamı hiç bir şekilde 117 dakikalık film değil. ben stremio’da filmin orijinali izleyebildim: sansürlenen bölümler filme eklenmiş ama bu eklemeler görüntü kalitesi bozuk olduğu için hemen belli oluyor.
2011 yılında the devils, ingiltere’de east end film festivali’nde 117 dakikalık orijinal haliyle gösterildi. ken russell da oradaydı. orijinal haliyle 3. kez gösterilmiş oldu ingiltere’de böylece. warner bros ve ingiliz film enstitüsü’nü elindeki kopyalar hiç bir şekilde 2004 yılında bulunan ve filme eklenen sekansları içermiyor.
film baştan sonra ken russell’ın imzasını taşıyor: filmin tamamına yayılan, rahatsız edici müzik; abartılı teatral oyunculuklar; sivri, rahatsız edici imgeler, şok edici görüntüler. filmin sansürlenmiş haliyle bile tek başına şeytan çıkartma sahnesi yeter. bu sahnelerde şeytan tarafından ele geçirildiği düşünülen rahibe jane’i kurtarmak için kadının içine kocaman bir şeytan çıkarma makinesi sokuyorlar. bu alet oldukça büyük bir penisi andırıyor ve içinden sıvılar akıyor. herkesin cinsel bir çıldırmanın eşiğine gelip dağıldığı sahneler inanılır gibi değil. russell’in en iyi filmlerinde gördüğümüz bu etkileyici, şaşırtıcı, baş döndürücü kurgu ve görüntüler burada en uç noktalara ulaşıyor.
the devils’ı sinemaseven herkese kesinlikle öneririm. bu cesareti gösterebilmiş bir yönetmen olarak ken russell’ın kesinlikle ilgiyi hak ettiğini söyleyebilirim.
Happy Old Year filmine yorum yazdı:
Evini minimalizme uygun şekilde yeniden dekore etmek isteyen Jean, odasını ve evini toplarken ödünç aldıklarını da geri iade etmek istiyor, böyle yapıyor da; ama bunlardan biri eski sevgilisi olunca ona kargoyla gönderiyor eşyalarını; ancak kargo iade edilince bu sefer elden teslim etmek istiyor.
Bu film, Tayland sinemasından izlediğim ilk örnek oldu. Gördüklerim: sade bir senaryo, minimalizmi oyunculuk ve görüntü yönetimi anlamında da kullanmaya çalışan bir anlatım, sakin sakin akan bir hikaye. Yönetmenin kendi senaryosu olan bu film, ev, yuva, geçmiş metaforu üzerinden affetmek, kabullenmek ve yüzünü ileriye dönerek yaşamakla ilgili şeyler söylüyor.
Öneririm.
Yedinci Kıta filmine yorum yazdı:
haneke’nin ilk filmi hem hollywood sinemasının kalıplarına hem de 1.dünya modern hayatına yönelik tespitlerle ve yaklaşımlarla dolu. haneke’nin hollywood’un hızlı, olay ve çözüme endeksli sahte reçeteli hikâyelerinin aslında seyircileri uyuşturmak, hakikati seyircilere o hakikatlerden geçinenlerin lehine manipüle ederek satmak derdinde olduğu şeklindeki yorumu filmde kendini hemen belli ediyor. haneke bu anlamda hollywood filmlerini yapmadığı şeyleri yaparak seyirci olarak bizi uyuşmamaya, bir son beklememeye, amacının davranışların gerçek sebeplerini göstermek ya da ortaya koymak ya da sahte yalancı gerekçeler sunmak değil ancak ima etmek, belki işaret etmek olduğuna inanmaya ve bunu görmeye davet ediyor: yarıda kesilen görüntüler, dakikalarca yüzlerini göremediğimiz karakterler, sürekli nesnelerin gösterildiği sahneler ve sekanslar, hayatın anlamının özneler değil de bu özneleri esir etmiş türlü türlü metanın ve objenin olması ve bunların ekranı sürekli olarak kasıtlı olarak işgali v ... Devamıhaneke’nin ilk filmi hem hollywood sinemasının kalıplarına hem de 1.dünya modern hayatına yönelik tespitlerle ve yaklaşımlarla dolu. haneke’nin hollywood’un hızlı, olay ve çözüme endeksli sahte reçeteli hikâyelerinin aslında seyircileri uyuşturmak, hakikati seyircilere o hakikatlerden geçinenlerin lehine manipüle ederek satmak derdinde olduğu şeklindeki yorumu filmde kendini hemen belli ediyor. haneke bu anlamda hollywood filmlerini yapmadığı şeyleri yaparak seyirci olarak bizi uyuşmamaya, bir son beklememeye, amacının davranışların gerçek sebeplerini göstermek ya da ortaya koymak ya da sahte yalancı gerekçeler sunmak değil ancak ima etmek, belki işaret etmek olduğuna inanmaya ve bunu görmeye davet ediyor: yarıda kesilen görüntüler, dakikalarca yüzlerini göremediğimiz karakterler, sürekli nesnelerin gösterildiği sahneler ve sekanslar, hayatın anlamının özneler değil de bu özneleri esir etmiş türlü türlü metanın ve objenin olması ve bunların ekranı sürekli olarak kasıtlı olarak işgali ve insan bedenlerinin, öznelerin yavaş yavaş silikleşmesi... avrupa’da haneke filmlerinin ardından kilisenin bir kitap çıkardığını biliyor muydunuz? haneke filmin yapımcısıyla sohbeti sırasında filmin gösterimi sırasında akvaryum sahnesi sırasında seyircilerin salonu terk edeceği görüşünü reddederek seyircilerin esas paraların dakikalar boyunca tuvalete atıldığı sahnede terk edeceğini söylemiş.söylediği gibi de olmuş: bir ailenin çocukları dahil kendisini yok etmesini normal karşılayabilen insanlar paranın bu şekilde yok edilmesine dayanamamış. filmin finalindeki yıkım sekansı funny games’in tamamı kadar moral bozucu, ürkütücü. filmde öyküsü anlatılan aile her ne kadar akrabaları ailenin bu şekilde intihar etmediğini söylese de senarist ve yönetmen olarak haneke, bu intiharın ima ettiklerini çok daha geniş bir anlamsızlık, yok oluş, anlamı kaybetmek ve kapitalist yaşamın ve sistemin insan ruhuna neler yaptığını anlatan bir hikaye ile ifade ediyor.
yedinci kıta’yı ve bütün haneke filmlerini, sinemanın örtmek, gizlemek, manipüle etmek ve gerçeği satılabilen, insanları aldatmak için kullanılan bir makyaj aracı gibi değil bir uyanış, bir göz açma, bir anlama ve kavrama aracı olduğunu düşünerek izlemek çok doğru bir adım olabilir. yedinci kıta’yı herkese öneriyorum.
Cadılar filmine yorum yazdı:
Nicolas Roeg'un 10. filmi Cadılar, 30 senelik ömrünün getirdiği bir eskimişlik hissi verse bile ilginç bir şekilde yine de yönetmenin izini taşıyor.
Cadılar, çocuk kitapları da yazmış olan Roald Dahl'in bir kitabının uyarlaması, ve finali sebebiyle de yazarla yapımcı arasında sıkıntıya da sebep olmuş. Dahl'in kitaplarını okumadım, ancak okuduklarım çocuk kitapları olsalar bile yazarın acımasız bir tarzı olduğunu söylüyordu.
Filmin on dakikalık açılış kısmı, ilginç bir şekilde normalde bir çocuk filmi olmasını bekleyeceğimiz- özellikle de afişe bakarsak- filmin aslında sadece öyle göründüğünü düşündürüyor bize; çünkü bu bölümde babaanne torununa cadılarla ilgili bir masal anlatıyor, daha doğrusu cadıların nasıl insanlar olduğunu anlatıyor, buna serçe parmağını nasıl kaybettiğini anlatmak da dahil; ama hiç bir babaanne torununa böyle bir masal anlatmaz, asla.
Böylece bu 10 dakikalık bölümle beraber hem anlatmak ve duymakla, hem de görünmekle alakalı bir film izleyeceğimize dair ilk ip ... DevamıNicolas Roeg'un 10. filmi Cadılar, 30 senelik ömrünün getirdiği bir eskimişlik hissi verse bile ilginç bir şekilde yine de yönetmenin izini taşıyor.
Cadılar, çocuk kitapları da yazmış olan Roald Dahl'in bir kitabının uyarlaması, ve finali sebebiyle de yazarla yapımcı arasında sıkıntıya da sebep olmuş. Dahl'in kitaplarını okumadım, ancak okuduklarım çocuk kitapları olsalar bile yazarın acımasız bir tarzı olduğunu söylüyordu.
Filmin on dakikalık açılış kısmı, ilginç bir şekilde normalde bir çocuk filmi olmasını bekleyeceğimiz- özellikle de afişe bakarsak- filmin aslında sadece öyle göründüğünü düşündürüyor bize; çünkü bu bölümde babaanne torununa cadılarla ilgili bir masal anlatıyor, daha doğrusu cadıların nasıl insanlar olduğunu anlatıyor, buna serçe parmağını nasıl kaybettiğini anlatmak da dahil; ama hiç bir babaanne torununa böyle bir masal anlatmaz, asla.
Böylece bu 10 dakikalık bölümle beraber hem anlatmak ve duymakla, hem de görünmekle alakalı bir film izleyeceğimize dair ilk ipucunu almış oluyoruz: anne babaların, büyüklerin, yetişkinlerin göründükleri gibi olmadığı; gerçek amaçlarının çocukları incitmek, yok etmek, öldürmek olan yetişkinler arasında hayatta kalmak için kendileri gibi görünmemek, başka birisi ya da başka bir şeye dönüşmek zorunda kalan çocuklar üzerinden hikayesini anlatan film, yönetmenin insanın kendisini gerçek anlamda ait olmadığı bir ortamda, mekanda bulduğunda nasıl davranacağı veya neye dönüşeceğine dair temel meselelerinden birisini daha izleyeceğimizi de düşündürüyor bize
Film, evet eskimiş bir his veriyor; kimi eleştiri ve kritiklerde övülen kamera hareketleri her ne kadar cadıları ürkütücü şekilde verse de gerçek anlamda yönetmenin kurgu ve imge kullanışını gerçek gücüyle yansıtmıyor, ve, ama, buna rağmen yine de ortaya çıkan sonuç hem eskimiş, hem çocuklara göre ürkütücü ve hem de ilgi çekici olmayı, ve, "evet bu Roeg'un tarzı" dedirtmeyi başarabiliyor.
Filmin sonunun filmin masal olan tek kısmı olduğunu söyleyebilirim, çünkü eğer film boyunca izlediklerimizin, çocukları istismar etmek ve sömürmek isteyen ebeveyn ya da yetişkinleri işaret etmek için kullanılan bir metafor veya simge olduğunu düşünecek olursak filmin sadece son sahnesinin, yani 2. finalin yönetmenin ve yönetmene destek olduğuna göre kitabın yazarının yalan söylediği an olarak düşünebiliriz; oysa ilk final yani Luke'un babaannesinin yanındaki küçük kafeste ben küçük bir fare olarak yaşamaktan memnunum dediği sahne, film boyunca sürdürülen biraz huzursuz edici, rahatsızlık verici atmosfere uygun bir finaldi. Yönetmenin kitabın finali yerine bu Hollywood tarzı finali çekmesi bir yumuşatma çabası, bir yalan, ve bir hile; eleştirdiği şeyin bir benzerini yaparak sinemadan seyircilerin "sonsuza dek hepsi mutlu şekilde yaşadı" diye düşünerek çıkmasını sağlamaya yönelik bir kandırmaca elbette. Oysa film, görünenlerin göründüğü gibi olmadığı, gerçeğin görünenlerin ardında yattığına dair, bir çocuk hikayesi üzerinden yetişkinlere yönelik bir dürtme, uyandırma çabası gibiydi de bir yandan... finale dek. Bu gerçekten de bir çocuk masalı izlediğimizi düşündürüyor bize ister istemez, ama bu finaline rağmen Cadılar gerçekten de bir çocuk filmi değil.
Cadılar, Nicolas Roeg'un en iyi filmi kesinlikle değil, ama en kötü filmi olamayacak kadar da iyi bir film.
Önemsizlik filmine yorum yazdı:
Nicolas Roeg'un 7. filmi Insignifaicance, bir önceki filmi Eureka'ya kıyaslandığında çok daha iyi bir yerde duruyor.
Roeg'un Performance'la başlayıp Önemsizlik'le biten kısma kadar olan bütün filmlerini düşündüğümüzde yönetmenin düz bir çizgi olarak devam eden hikayesi yok gibi. Roeg, muğlaklaştırmayı seviyor, ne anlattığını anlatma üslubu içerisine yayarak anlara odaklanmaya çalışıyor diyebiliriz. İmgeler, flashbackler, imgelerin üst üste art arda bindirilişi, zoomlar, yavaş çekimler kesinlikle yönetmenin temel üslup araçlarından ve bu filmde Roeg bütün bu araçları çok büyük keyifle kullanıyor diyebiliriz. Ancak yönetmen birbirini takip eden olaylardan oluşmuş hikayeler anlatmıyor; o şekilde anlattığını düşünebileceğimiz filmleri de yönetmenin kurgu yaklaşım ve seçimleriyle kesiliyor, bu filmlere ilginç bir görsel ve anlatımsal dinamizm kazandırıyor kesinlikle, ama her defasında anlamamıza yardımcı oluyor diyemeyiz. Roeg neden böyle yapmayı seçiyor peki? Esas olarak üzerine eğildiği ... DevamıNicolas Roeg'un 7. filmi Insignifaicance, bir önceki filmi Eureka'ya kıyaslandığında çok daha iyi bir yerde duruyor.
Roeg'un Performance'la başlayıp Önemsizlik'le biten kısma kadar olan bütün filmlerini düşündüğümüzde yönetmenin düz bir çizgi olarak devam eden hikayesi yok gibi. Roeg, muğlaklaştırmayı seviyor, ne anlattığını anlatma üslubu içerisine yayarak anlara odaklanmaya çalışıyor diyebiliriz. İmgeler, flashbackler, imgelerin üst üste art arda bindirilişi, zoomlar, yavaş çekimler kesinlikle yönetmenin temel üslup araçlarından ve bu filmde Roeg bütün bu araçları çok büyük keyifle kullanıyor diyebiliriz. Ancak yönetmen birbirini takip eden olaylardan oluşmuş hikayeler anlatmıyor; o şekilde anlattığını düşünebileceğimiz filmleri de yönetmenin kurgu yaklaşım ve seçimleriyle kesiliyor, bu filmlere ilginç bir görsel ve anlatımsal dinamizm kazandırıyor kesinlikle, ama her defasında anlamamıza yardımcı oluyor diyemeyiz. Roeg neden böyle yapmayı seçiyor peki? Esas olarak üzerine eğildiği şey ne?
Karakterlerin yabancı mekanlarda nasıl davranacağını bilememesi ve bu sebeple çatışmalar yaşaması yönetmen için bir merak konusu, onun anlatmayı sevdiği şeylerden biri. Bir diğeri her ama her filminde aşkın ve sevginin kendini hissettirmesi ve onun işte bu farklı mekanlarda, farklı insanlar arasında var olup olamayacağının sorulması ve buna yanıt aranması, ve ayrıca yönetmen için şimdiki an, geçmiş zaman, zihnin hatırladıkları ve şu an hissedilenlerin zihinde belirip kaybolması da önemli bir mesele.
Önemsizlik'in ilgi çekici yanı bir türlü kenarından köşesinden tutamadığımız konusu değil, daha çok kurgunun ilgi çektiğini söyleyebiliriz. Yönetmen Eureka'da yapamadığını veya iyi şekilde kotaramadığı bu üslubunu bu filmde oldukça aktif ve iyi bir şekilde kullanıyor, özellikle final hakikaten muhteşem.
Bence Önemsizlik, yönetmeni tanımadan izlenemeyecek bir çalışma. Hakikaten sadece Roeg'u tanımak isteyen, filmlerini izleyerek yönetmenin dünyasına daha da aşina olmak isteyenlere önerilebilecek bir eser. İlgi çekici ama asla sıradışı olmayan, bir şekilde basit ve bayağı da olmayı başarabilen, bir yanı melodrama kaçan ve kendisinin bir film olduğunu hatırlatan, imgelerle küçük sihirler ve anlar yaratabilen bir film.
Roeg meraklılarına öneririm.
Filmin diyaloglarla örülmüş yapısına çok güzel iç sesler, çok güzel sekanslar eşlik ediyor. Charlie ve Lena'nın filmin başlarında yürüdüğü sekans ya da Lena'nın yatakta kendisini sevdiğin anlattığı sahneler, kır evindeki sekansın tamamı ve daha bir çok sahne kesinlikle çok iyi etkileyici ve eskimemiş de bir yandan. Filmin bir edebiyat eseri hissi verdiğini söyleyebilirim. 400 Darbe ve Piyanisti Vurun'u beraber düşündüğümde yönetmenin karakterlerini incelikleriyle beraber anlatmaya çalıştığını ve her ikisini de bir şekilde suçla, aile ilişkileriyle bağlantılı halde anlattığını söyleyebilirim. Charlie de en az Antoine kadar unutulmaz bir karakter kesinli ... Devamı
Filmin diyaloglarla örülmüş yapısına çok güzel iç sesler, çok güzel sekanslar eşlik ediyor. Charlie ve Lena'nın filmin başlarında yürüdüğü sekans ya da Lena'nın yatakta kendisini sevdiğin anlattığı sahneler, kır evindeki sekansın tamamı ve daha bir çok sahne kesinlikle çok iyi etkileyici ve eskimemiş de bir yandan. Filmin bir edebiyat eseri hissi verdiğini söyleyebilirim. 400 Darbe ve Piyanisti Vurun'u beraber düşündüğümde yönetmenin karakterlerini incelikleriyle beraber anlatmaya çalıştığını ve her ikisini de bir şekilde suçla, aile ilişkileriyle bağlantılı halde anlattığını söyleyebilirim. Charlie de en az Antoine kadar unutulmaz bir karakter kesinlikle, hem edebiyat hem de sinema kokan bir karakter. İzlemesi çok ama çok keyifli bir film bu. Kesinlikle öneririm.