8 yıl önce
Kor filmine yorum yazdı:
"Kor" Basın Gösterimi Sonrası Eleştirilerhttps://sinefilinseyirdefteri.wordpress.com/2016/04/18/kor-basin-gosterimi-sonrasi-elestiriler/
Kor filmine yorum yazdı:
"Kor" Basın Gösterimi Sonrası Eleştirilerhttps://sinefilinseyirdefteri.wordpress.com/2016/04/18/kor-basin-gosterimi-sonrasi-elestiriler/
Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi filmine yorum yazdı:
Birdman inanılmaz, kesinlikle deli işi, olağanüstü bir sinemasal zekanın ürünü. Eğer bu yıl "sinema olayı" diye bir şey varsa o Birdman'dir! Rahatlıkla sinefil bir şaheser diyebilirim. En son bu cümleyi Holy Motors için kullanmıştım. Net başyapıt. 2014'ün en iyi filmi. Ayrıca Birdman'i izledikten sonra Emmanuel Lubezki'yi dünyanın en iyi görüntü yönetmeni ilan edebilirsiniz. O nasıl bir emek, nasıl bir deha öyle, şapka çıkarılır. Michael Keaton, Edward Norton ve Emma Stone döktürüyorlar. Üçü de bu yıl Oscar'ı almalı bence. Ne Redmayne, ne Simmons, ne Arquette tanırım. Ve tabii ki gezegenler, galaksiler kadar uzak bir arayla Birdman >>>>>>>>>>>> Boyhood
Yıldızlararası filmine yorum yazdı:
"Interstellar" Basın Gösterimi Sonrası Eleştirilerhttp://sinemasanattir.blogspot.com.tr/2014/11/interstellar-basn-gosterimi-sonras.html
Kış Uykusu filmine yorum yazdı:
"Kış Uykusu" Basın Gösterimi Sonrası Eleştirilerhttp://sinemasanattir.blogspot.com.tr/2014/06/ks-uykusu-basn-gosterimi-sonras.html
Godzilla 3D filmine yorum yazdı:
1954’te Japon yapımı Gojira ile başlayan ve bu yıl 60. yılını kutlayan Godzilla serisi sinema tarihinin en uzun serilerinden biri olma özelliğini taşıyor. Japon toplumunun yaşadığı atom bombası ve nükleer yıkımın sinemada dışavurumu olarak nitelendirebileceğimiz Gojira, ülkedeki nükleer denemelerin yarattığı radyasyonla 2 milyon yıl sonra canlanan efsanevi canavar Godzilla’yı ortaya çıkardı. Daha önceki Godzilla filmlerinin 28’i Japon yapımıydı, tek Hollywood yapımı olanı ise 1998 tarihli Roland Emmerich’in "Godzilla"sıydı ve bir re-make faciası olarak tarihe geçti. Fantastik bir hikaye olmasına karşı zamane boyunca hep ciddiyetle ele alınan seriyi anlamsız bir mizah anlayışıyla donatan Emmerich, Amerikan milliyetçiliğiyle dolu felaket filmleri türüne bir yenisini eklemekten başka bir şey yapmamıştı. Gareth Edwards’ın 2014 tarihli Godzilla’sının ise bir anlamda köklere dönüş olduğunu söyleyebiliriz, zira hem 1954 tarihli Gojira’nın ciddiyetini taşıyor hem de görsel tasarım alanında iht ... Devamı1954’te Japon yapımı Gojira ile başlayan ve bu yıl 60. yılını kutlayan Godzilla serisi sinema tarihinin en uzun serilerinden biri olma özelliğini taşıyor. Japon toplumunun yaşadığı atom bombası ve nükleer yıkımın sinemada dışavurumu olarak nitelendirebileceğimiz Gojira, ülkedeki nükleer denemelerin yarattığı radyasyonla 2 milyon yıl sonra canlanan efsanevi canavar Godzilla’yı ortaya çıkardı. Daha önceki Godzilla filmlerinin 28’i Japon yapımıydı, tek Hollywood yapımı olanı ise 1998 tarihli Roland Emmerich’in "Godzilla"sıydı ve bir re-make faciası olarak tarihe geçti. Fantastik bir hikaye olmasına karşı zamane boyunca hep ciddiyetle ele alınan seriyi anlamsız bir mizah anlayışıyla donatan Emmerich, Amerikan milliyetçiliğiyle dolu felaket filmleri türüne bir yenisini eklemekten başka bir şey yapmamıştı. Gareth Edwards’ın 2014 tarihli Godzilla’sının ise bir anlamda köklere dönüş olduğunu söyleyebiliriz, zira hem 1954 tarihli Gojira’nın ciddiyetini taşıyor hem de görsel tasarım alanında ihtişamlı bir Godzilla portresi çizmeyi başarıyor.
2010 yılında çektiği Monsters ile 800.000 dolar gibi oldukça düşük bir bütçeyle kayda değer bilim kurgu filmi çekilebileceğini kanıtlayan yönetmen Gareth Edwards, bu başarısını devasa bütçeli Godzilla’nın yönetmenliğine atanarak taçlandırdı. Büyük bütçe ünlü oyuncuları da beraberinde getirdi ve Aaron Taylor Johnson, Bryan Cranston, Elisabeth Olsen, Juliette Binoche, David Strathairn, Ken Watanabe, Sally Hawkins gibi oyunculardan kurulu dikkat çekici bir kadro oluşturuldu. Godzilla’nın 60 yıllık tarihindeki otuzuncu filmi olan yeni Godzilla ise geniş bir karakterler geçidi sunuyor fakat bu karakterlerin dramatik yapısını genelde blockbuster filmlerde üzerinde durulmayan klişe ’aile dramı’ formülünde tekrarlıyor. Misal, Gojira’da hayati bir öneme sahip olan Japon bilimadamı Serizawa karakteri bu filmde de bulunuyor fakat etrafı izlemekten, şaşkınca bakmaktan ve ’Hiroşima göndermesi’ gibi beylik laflar etmekten başka bir şey yapmıyor! Bryan Cranston ve Juliette Binoche?un oynadığı karakterler belirli oranda filmin dram yükünü yükseltse de, Aaron Taylor Johnson ve Elisabeth Olsen ikilisinin aynı oranda başarılı olduğunu söylemek zor. David Strathairn ise karizmatik ses tonuyla kuşkusuz tüm Godzilla filmleri içerisinde en akılda kalıcı amiral karakterine imza atıyor.
Filmin Gojira’dan ve Emmerich’in Godzilla’sından ayrıştığı temel nokta ise, esas düşmanın Godzilla olmaması. Japon sinemasında Godzilla’nın başka yaratıklarla savaştığı kaiju filmlerindeki gibi bir yapı kurulduğunu söylemek mümkün. Bu noktada filmin savaş katmanını askerler ve Godzilla savaşı, askerler ve kaijuların savaşı, Godzilla ve kaijuların savaşı olarak üçe ayırmak gerekiyor. Filmin içerisinde Godzilla’nın açıkça ’doğanın dengeleyici gücü’ olarak ifade edilmesi ve finalde kahramanlaştırılması ise filmin esas tartışılması gereken meselesi.
Godzilla’nın görsel efekt alanında Guillermo Del Toro’nun Pacific Rim’i (2013) ile çokça benzeşmesi şaşırtıyor, zira devasa yaratık tasarımları, iki tarafın savaşında ortaya çıkan hasarların detaylı görsel karşılığı efektlerin aynı ekibin elinden çıkmış izlenimi uyandırıyor. Gojira’nın (1954) canavar kostümü giydirilmiş insanlardan oluşan Godzilla’sından detaylarla donatılmış bir görsel efekt şaheseri olan Godzilla tasarımına gelen süreç kuşkusuz önemli. Özellikle askerlerin paraşütle bulutların üzerinden şehre atladığı sahnenin Godzilla evreninde kült bir sahneye dönüşeceği neredeyse kesin.
Gareth Edwards’ın filmi otuz filmlik Godzilla serisinin en iyi filmlerinden biri olarak hatırlanacaktır. İlk göz ağrımız Gojira’dan biraz daha aşağıda, Emmerich’in Godzilla’sından kat kat yukarıda olarak. Adeta yeni King Kong ya da Jurassic Park kıvamına getirilecek yapısıyla Hollywood yapımcılarının ağzını sulandıracağı ve Japonlarla yarışacak şekilde seri bir devam filmleri furyasına dönüşeceğini öngörmek zor değil. Temennimiz en fazla Gareth Edwards gibi nitelikli yönetmenlerle seriye devam edilmesi yönünde olur.
İntikam filmine yorum yazdı:
Blue Ruin tam bir "aile faciası" gerilimi. Ölüm sahneleri çok gerçekçi, dramatik yapısı sağlam. Yalnız bazı yorumlarda film için "kara mizah" dendiğini gördüm. Mizah bu filmin neresinde diye sorarım?
Kumun Tadı filmine yorum yazdı:
Dünya prömiyerini 64. Berlin Film Festivali'nin "Forum" bölümünde, Türkiye prömiyerini ise 33. İstanbul Film Festivali'nde "Ulusal Yarışma" kapsamında yapan Kumun Tadı, hem deneysel duran görüntüleriyle, hem de Timuçin Esen, Selen Uçer, Sanem Öge, Ahmet Rıfat Şungar gibi tanınmış oyuncularla dolu kadrosuyla bir ilk film olarak merak uyandırmayı başarmıştı.
Kumun Tadı, Melisa Önel ve Feride Çiçekoğlu'nun birlikte yazdığı senaryodan ziyade Meryem Yavuz ve Julian Atanassov'un sinematografi çalışmasıyla öne çıkıyor. Film sonrası söyleşide yönetmen Melisa Önel, senaryoyu görüntüler üzerinden anlatmaya çalıştığını söyledi. Filmin en büyük zaafı da burada ortaya çıkıyor, zira karanlık ve kasvetli bir atmosfer yaratmaya özenildiği kadar Timuçin Esen ve Mira Furlan'ın oynadığı karakterlerin herhangi bir şekilde geliştirildiğini söylemek oldukça güç. Karakterlerin daha önceden tanışıyor olmaları senaryonun hamle yapabilme yetisini de elinden almış. Özellikle Mira Furlan?ın filmin afişinde büyük ... DevamıDünya prömiyerini 64. Berlin Film Festivali'nin "Forum" bölümünde, Türkiye prömiyerini ise 33. İstanbul Film Festivali'nde "Ulusal Yarışma" kapsamında yapan Kumun Tadı, hem deneysel duran görüntüleriyle, hem de Timuçin Esen, Selen Uçer, Sanem Öge, Ahmet Rıfat Şungar gibi tanınmış oyuncularla dolu kadrosuyla bir ilk film olarak merak uyandırmayı başarmıştı.
Kumun Tadı, Melisa Önel ve Feride Çiçekoğlu'nun birlikte yazdığı senaryodan ziyade Meryem Yavuz ve Julian Atanassov'un sinematografi çalışmasıyla öne çıkıyor. Film sonrası söyleşide yönetmen Melisa Önel, senaryoyu görüntüler üzerinden anlatmaya çalıştığını söyledi. Filmin en büyük zaafı da burada ortaya çıkıyor, zira karanlık ve kasvetli bir atmosfer yaratmaya özenildiği kadar Timuçin Esen ve Mira Furlan'ın oynadığı karakterlerin herhangi bir şekilde geliştirildiğini söylemek oldukça güç. Karakterlerin daha önceden tanışıyor olmaları senaryonun hamle yapabilme yetisini de elinden almış. Özellikle Mira Furlan?ın filmin afişinde büyük oranda yer almasına ve jenerikte ilk sırada gözükmesine rağmen hikayenin gidişatına hiçbir şekilde hizmet etmemesi büyük bir soru işareti. Bu haliyle Kumun Tadı'nın ses-görüntü bileşiminden atmosfer yaratmada belli oranda başarılı olduğunu söyleyebiliriz fakat karakterlerin duygu durumlarını ve insan kaçakçılığı gibi yan temalardan çıkarmaya çalıştığı gerilim duygusunu yansıtmakta sınıfta kaldığı bir gerçek.
İnce Buz Kara Kömür filmine yorum yazdı:
64. Berlin Film Festivali'nde "Altın Ayı" ödülüne layık görülen Çin polisiyesi, yılın en merakla beklenen filmlerindendi. 1999 - 2004 yılları arasında işlenen bir dizi cinayetin peşini süren dedektifle, cinayetlerin sorumlusu olarak şüphelenilen gizemli bir kadının hikayesi ekseninde dönen film, film-noir ile kara komedi, gerilim ile romantizm arasında gidip geliyor.
2000 sonrasında revaçta olan özgün Uzakdoğu polisiyeleri büyük oranda Memories of Murder (2003), The Chaser (2008) gibi iz bırakan filmlerle Güney Kore'den çıktı. Black Coal, Thin Ice ise Çin yapımı bir film olarak yer yer aynı polisiye şablonunu kullanıp stilizeliğiyle öne çıkmaya çalışsa da (özellikle kuaförde geçen şok edici sahne), Güney Kore sinemasının hikaye anlatmaktaki başarısına ulaşamıyor. Bu noktada Chan-wook Park ve Joon-ho Bong gibi isimlerin türe hakim yönetmenliğinin eksikliğini hissetmek mümkün. Sinematografi ve kurgu açısından son derece leziz görünen film, özdeşleşme kurmaktan uzak karakterler, hikayed ... Devamı64. Berlin Film Festivali'nde "Altın Ayı" ödülüne layık görülen Çin polisiyesi, yılın en merakla beklenen filmlerindendi. 1999 - 2004 yılları arasında işlenen bir dizi cinayetin peşini süren dedektifle, cinayetlerin sorumlusu olarak şüphelenilen gizemli bir kadının hikayesi ekseninde dönen film, film-noir ile kara komedi, gerilim ile romantizm arasında gidip geliyor.
2000 sonrasında revaçta olan özgün Uzakdoğu polisiyeleri büyük oranda Memories of Murder (2003), The Chaser (2008) gibi iz bırakan filmlerle Güney Kore'den çıktı. Black Coal, Thin Ice ise Çin yapımı bir film olarak yer yer aynı polisiye şablonunu kullanıp stilizeliğiyle öne çıkmaya çalışsa da (özellikle kuaförde geçen şok edici sahne), Güney Kore sinemasının hikaye anlatmaktaki başarısına ulaşamıyor. Bu noktada Chan-wook Park ve Joon-ho Bong gibi isimlerin türe hakim yönetmenliğinin eksikliğini hissetmek mümkün. Sinematografi ve kurgu açısından son derece leziz görünen film, özdeşleşme kurmaktan uzak karakterler, hikayede kasti olarak bırakılan boşluklar, konunun ciddiyetine tezat biçimde sunulan mizahi unsurlar ve muhtemelen çok tartışılacak final sahnesi gibi tercihleri sebebiyle, izleyiciyle arasına mesafe koyuyor. Bu soğukkanlı ve mesafeli yaklaşımı kimileri çok sevecek, kimileri de anlamsız bir çaba olarak görecektir.
Story of My Death filmine yorum yazdı:
Zorlayıcı ve yapıbozucu filmleriyle her daim dikkat çeken Katalan yönetmen Albert Serra son filmi "Historia de la meva mort" ile 66. Locarno Film Festivali'nden "Altın Leopar" ödülüyle dönüp festival takipçilerinin ilgisini çekmişti. Farklı yüzyıllarda yaşayan Casanova ile Kont Dracula'nın yollarını ölümün ekseninde kesiştiren Serra, Werner Herzog filmlerinin egzotik setlerini hatırlatan bir atmosfer yaratarak tekinsizliği hiciv ile buluşturuyor. İlk yarısında Casanova'nın şatosunda dolaşmasına rağmen dönem filmlerinin şaşaasını reddedip oldukça minimal bir sanat yönetimi eşliğinde aristokrasi eleştirisine soyunan film, ikinci yarıda Dracula'nın gelişiyle birlikte dış mekan ağırlıklı, karanlık, esrarengiz, şiddeti yabancılaştırıcı öğe olarak kullanan bir intikam hikayesine evriliyor. Böylelikle Serra, radikal dokunuşlarıyla büyüleyici sinematografisinden, natürel ışık kullanımından ve her biri amatör oyuncularının şaşırtıcı performanslarından güç alarak 148 dakikalık aykırı bir vampir ... DevamıZorlayıcı ve yapıbozucu filmleriyle her daim dikkat çeken Katalan yönetmen Albert Serra son filmi "Historia de la meva mort" ile 66. Locarno Film Festivali'nden "Altın Leopar" ödülüyle dönüp festival takipçilerinin ilgisini çekmişti. Farklı yüzyıllarda yaşayan Casanova ile Kont Dracula'nın yollarını ölümün ekseninde kesiştiren Serra, Werner Herzog filmlerinin egzotik setlerini hatırlatan bir atmosfer yaratarak tekinsizliği hiciv ile buluşturuyor. İlk yarısında Casanova'nın şatosunda dolaşmasına rağmen dönem filmlerinin şaşaasını reddedip oldukça minimal bir sanat yönetimi eşliğinde aristokrasi eleştirisine soyunan film, ikinci yarıda Dracula'nın gelişiyle birlikte dış mekan ağırlıklı, karanlık, esrarengiz, şiddeti yabancılaştırıcı öğe olarak kullanan bir intikam hikayesine evriliyor. Böylelikle Serra, radikal dokunuşlarıyla büyüleyici sinematografisinden, natürel ışık kullanımından ve her biri amatör oyuncularının şaşırtıcı performanslarından güç alarak 148 dakikalık aykırı bir vampir filmine imza atarak sinefillere unutulmaz bir sinema deneyimi yaşatıyor.
Düşman filmine yorum yazdı:
Jose Saramago'nun "Kopyalanmış Adam" romanından uyarlanan Enemy, sıkıcı hayatı olan bir tarih profesörünün izlediği bir filmdeki figüranlar arasında kendisine tıpatıp benzeyen bir adamı fark etmesini ve bununla yüzleşmesini ele alıyor. Aynı yıl içerisinde The Double (2013) ve Ben O Değilim (2014) gibi doppelganger* (aralarında herhangi bir bağ bulunmayan, birbirine fiziksel olarak ikiz derecesinde benzeyen ama karakter olarak tam tersi olan iki kişi) temalı filmlere rastlamamız belki tesadüf olabilir fakat bunlar içerisinde Enemy'nin gerilim dozu yüksek atmosferiyle öne çıktığını söyleyebiliriz. Benlik ve kimlik kavramlarını sorgulayan film, kafkaesk atmosfere sahip esrarengiz bir rüya izlenimi yaratıyor, en az Cronenberg'in Naked Lunch (1991)'ı kadar aklımızdan böceklerin hiç çıkmayacağı distopik bir rüya. Psikolojik tahlilleriyle ve özellikle akıllardan çıkmayacak final sahnesiyle id, ego ve süperego arasındaki yapısal kişilik kuramı üzerine uzun uzun düşünmek şart.