L
9 yıl önce
Hücre 7 Mucizesi filmine yorum yazdı:
Güneş Tepedeyken filmine yorum yazdı:
Filmde anlatılan 3 tematik ama farklı hikayede de aynı oyuncuların yer alması ajitatif etkiyi azaltan bir unsur olmuş ki bu yönden takdirimi kazandı. İlk hikayenin sonunda ortalık toz duman, izleyici ağlama melis moduna girmişken, diğer hikayenin başlaması ve az önceki hikayenin kahramanlarının canlı kanlı görülmesi dramda yumuşatıcı bir etki yaratmış özcesi. Sevdim. Sana puanım 7.5 Matanic.
İlk hikaye savaşın sürdüğü yıllara denk geldiğinden oldukça dramatik. Oysa diğer iki hikaye ilkinden farklı olarak ufak da olsa yarına dair umut beslememizi sağlıyor.
İlk hikayede Hırvat Ivan ile Sırp Jelena’nın Romeo Juliet benzeri yasak ve dahi imkansız aşkına şahit oluyoruz. Bu tarz hikayelerin sonlarına oldukça aşinayız: Ivan ölüyor ve kavuşamıyorlar. Yasak aşk teması kendiliğinden vurucu zaten, burada bir de savaşın kötücüllüğü dahil olmuş drama. Ağlama melis, peçete nerde moduna giriveriyorsunuz.
İkinci hikayeye geçince az önce ölen Ivan’ın Ante ro ... DevamıFilmde anlatılan 3 tematik ama farklı hikayede de aynı oyuncuların yer alması ajitatif etkiyi azaltan bir unsur olmuş ki bu yönden takdirimi kazandı. İlk hikayenin sonunda ortalık toz duman, izleyici ağlama melis moduna girmişken, diğer hikayenin başlaması ve az önceki hikayenin kahramanlarının canlı kanlı görülmesi dramda yumuşatıcı bir etki yaratmış özcesi. Sevdim. Sana puanım 7.5 Matanic.
İlk hikaye savaşın sürdüğü yıllara denk geldiğinden oldukça dramatik. Oysa diğer iki hikaye ilkinden farklı olarak ufak da olsa yarına dair umut beslememizi sağlıyor.
İlk hikayede Hırvat Ivan ile Sırp Jelena’nın Romeo Juliet benzeri yasak ve dahi imkansız aşkına şahit oluyoruz. Bu tarz hikayelerin sonlarına oldukça aşinayız: Ivan ölüyor ve kavuşamıyorlar. Yasak aşk teması kendiliğinden vurucu zaten, burada bir de savaşın kötücüllüğü dahil olmuş drama. Ağlama melis, peçete nerde moduna giriveriyorsunuz.
İkinci hikayeye geçince az önce ölen Ivan’ın Ante rolüyle kapı eşiğinden girdiğini görüyorsunuz ve hoop o dram bulutu ansızın dağılıveriyor. Tamam bu tarz şeyler yaşandı ama ayağın hala yere basıyor ve burası sinema salonu hissi oluşuyor bünyede. Bir yanıyla normalleşmek isteyen ve buna ne denli ihtiyacı olduğu ayan beyan ortada olan, ama diğer yandan kaybettiklerinin hatırılarına sıkı sıkıya bağlı ve onlara ihanet etmekten deli gibi korkan bir genç kadın. Mastürbasyon sahnesinde Natasa sonlara doğru ağlamaklıydı ki sonrasında bunun nedeninin Ante’yi düşünmesi ve bu yüzden öldürülen abisine ihanet ettiği hissine kapılması olduğunu anlıyoruz. Sonrasında Ante’yle sevişmesi ve boşaldıktan sonra Ante’nin, dudaklarını öpmeye çalışırken kafasını çevirip ’bitti’ demesi de yine bu suçluluk hissi nedeniyleydi. Yine de hikayenin sonunda Ante’nin arkasından bakması sonrasına dair bir umut vaadediyor izleyiciye.
Üçüncü hikaye diğer iki hikayeye göre daha sönük olsa da o da sonlarına doğru yine yarına dair hala umut olduğunu gösteriyor. (Marija’nın kapıyı açık bırakıp içeri gitmesi) Savaş bitmiş ama etkileri sürüyor.
Savaş böyle pis bir şey işte. Savaşı bizatihi yaşamış, yakınlarını kaybetmiş insanların normalleşmesi, geçmişe sünger çekip devam etmesi oldukça zor. Natasa’nın abisini Ante öldürmedi, ama onlardan biri öldürdü, Ante’nin doğarken seçmediği milletine mensup bir diğeri. Peki Ante’nin travmaları? Onun babasını da Natasa’nın ırkından biri öldürdü. Sorumlusu Natasa mı, hayır. Ante farkında, barışmak istiyor, ama Natasa hazır değil. "Siz bizim şu kadar insanımızı öldürdünüz, sizinle barışmayız" diyenlere, Ante’nin yaptığına benzer olarak "Siz de bizim bu kadar insanımızı öldürdünüz" cevabı verilebilir. Her şey karşılıklı keza unutmak da öyle. Başka türlü barış olmuyor işte, ki bizim de hali hazırda yaşadığımız bu.
Amy filmine yorum yazdı:
Böyle iyi kotarılmış biyografi belgesellerine pek rastlayamadığımızdan oldukça başarılı buldum.
Röportajların birinde artık göz önünde olan biri olduğunu, bunun da kendisine belirli sorumluluklar yüklediğini belirtiyor röportör; Amy de şöyle cevap veriyor: "Açıkçası ben müzik dışında hiçbir işe yaramayan biriyim." Hayattaki yerimizi "bir işe yaramak" üzerinden değerlendirenlere onların dilinden cevap vermiş ablamız.
Film bana öyle işledi ki, Blake'e inanılmaz uyuzlandım, babasına sinirlendim. Adeta onunla birlikte, belki zaman zaman da "o" olarak konumlandım filmi izlerken. Başarılı olunca bir anda yanında beliriveren baba, salt "başarılı" olunca birilerine övünç kaynağı olarak sunduğu onun dışında ilgisine mazhar olamadığımız kendi babamı anımsattı. O oldum. Onaylanmaya, desteklenmeye en ihtiyaç duyduğu sıralarda yanında olmayan, ama herkesin desteklediği ve artık "onaylanma"nın kendisinin bir anlam ifade etmediği anda birden ortaya çıkan ba ... DevamıBöyle iyi kotarılmış biyografi belgesellerine pek rastlayamadığımızdan oldukça başarılı buldum.
Röportajların birinde artık göz önünde olan biri olduğunu, bunun da kendisine belirli sorumluluklar yüklediğini belirtiyor röportör; Amy de şöyle cevap veriyor: "Açıkçası ben müzik dışında hiçbir işe yaramayan biriyim." Hayattaki yerimizi "bir işe yaramak" üzerinden değerlendirenlere onların dilinden cevap vermiş ablamız.
Film bana öyle işledi ki, Blake'e inanılmaz uyuzlandım, babasına sinirlendim. Adeta onunla birlikte, belki zaman zaman da "o" olarak konumlandım filmi izlerken. Başarılı olunca bir anda yanında beliriveren baba, salt "başarılı" olunca birilerine övünç kaynağı olarak sunduğu onun dışında ilgisine mazhar olamadığımız kendi babamı anımsattı. O oldum. Onaylanmaya, desteklenmeye en ihtiyaç duyduğu sıralarda yanında olmayan, ama herkesin desteklediği ve artık "onaylanma"nın kendisinin bir anlam ifade etmediği anda birden ortaya çıkan babası, tipik bir "baba" işte. Uluslararası bir model bu. Aynısından her yerde var.
Saul'un Oğlu filmine yorum yazdı:
Filmin ana karakteri Saul (p.s. Macarca Şool diye telaffuz ediliyor) sonderkommandodur: Nazilerin toplama kampındaki bütün pis işlerini yaptırdıkları Yahudi esirler. Bunun karşılığında bir kaç ay daha yaşıyorlar, belki ufak tefek ayrıcalıklar elde ediyorlar falan.
Filmde gösterilmese de kimin sonderkommando olacağını güç, sağlık durumu gibi özelliklere göre Nazi subayları belirliyor, ama illa ki bir kaç ay daha yaşayabilmek için gönüllü olmak isteyen çıkmıştır diye düşünüyor insan. Gönüllü olmayı geçtim, Nazilerin belirlediği kişiler de bu görevi reddedemezler miydi? Elbette. Ne yapacaklar ki? Öldürecekler mi? E zaten ölecekler ve hepsi bunun farkında. Bir kaç aylık sürede bir şeyler değişir ve belki kurtulurum hesabını yapacak kadar biçare mi hissettiler acaba? Kendi halkını gaz odasına tıkıp, cesetlerini yakmaktan daha mı ağır ölmeyi kabul etmek? Yaşama güdüsü tüm değerleri altüst edecek kadar baskın mı?
Saul'un da film boyunca çocuğu gömmekteki ısrarını da bu sebeple günah çıkarma ... DevamıFilmin ana karakteri Saul (p.s. Macarca Şool diye telaffuz ediliyor) sonderkommandodur: Nazilerin toplama kampındaki bütün pis işlerini yaptırdıkları Yahudi esirler. Bunun karşılığında bir kaç ay daha yaşıyorlar, belki ufak tefek ayrıcalıklar elde ediyorlar falan.
Filmde gösterilmese de kimin sonderkommando olacağını güç, sağlık durumu gibi özelliklere göre Nazi subayları belirliyor, ama illa ki bir kaç ay daha yaşayabilmek için gönüllü olmak isteyen çıkmıştır diye düşünüyor insan. Gönüllü olmayı geçtim, Nazilerin belirlediği kişiler de bu görevi reddedemezler miydi? Elbette. Ne yapacaklar ki? Öldürecekler mi? E zaten ölecekler ve hepsi bunun farkında. Bir kaç aylık sürede bir şeyler değişir ve belki kurtulurum hesabını yapacak kadar biçare mi hissettiler acaba? Kendi halkını gaz odasına tıkıp, cesetlerini yakmaktan daha mı ağır ölmeyi kabul etmek? Yaşama güdüsü tüm değerleri altüst edecek kadar baskın mı?
Saul'un da film boyunca çocuğu gömmekteki ısrarını da bu sebeple günah çıkarma olarak görüyorum. Belki tüm yaptıklarının kefareti olarak gördüğü için bu kadar sıkı sarıldı çocuğun cesedine. Çocuğu layıkıyla gömebilse kendi ruhu da huzura erecek gibiydi. Yine de, üstenci bir bakışla eleştirmenin kolay olduğunun da farkındayım.
Film diğer holokost filmlerinden ayrılıyor yorumu da benim açımdan çok tatmin edici değil. O kadar fazla işlenen temalar ki bunlar, ben artık ayırt edilebilme sınırını aştığını düşünmekteyim.
Dheepan filmine yorum yazdı:
Film, sağ kalan Tamil Kaplanları üyelerinin ölmüş yoldaşlarının cesetlerini yaktığı ve kendi askeri giysilerini halktan ayırt edilmemek için sivil kıyafetlerle değiştirdiği kısa bir sahneyle başlıyor. Bir başka deyişle, filmin açılışı 2009 Mayıs-Haziran aylarına denk düşüyor; Sri Lanka hükümetinin Tamil Kaplanları’nı yenilgiye uğrattığı ve liderlerini öldürdüğü zamanlara. Dheepan da Tamil Kaplanları’yla birlikte savaşmış ve yenilgiyle sonuçlanan savaşın neticesinde kampta tanışıp mülteci olabilmek için aile rolü oynadıkları Yalini ve Illayaal’la Fransa’ya göç etmiş bir adam.
Fransa’da kendilerine gösterilen yerin çete savaşlarının yoğun yaşandığı bir yer oluşu Yalini ve Illayaal’daki savaş travmalarını canlandırıyor. Dheepan’ın durumuysa biraz daha farklı. O bunların yanısıra "yenilmiş" bir adam. Uğruna savaştığı değerleri, dahası inancını yitirmiş. Albay’la olan karşılaşmasında "savaş bitti" demesi, sonra düzeltip "benim için bitti" demesi bun ... DevamıFilm, sağ kalan Tamil Kaplanları üyelerinin ölmüş yoldaşlarının cesetlerini yaktığı ve kendi askeri giysilerini halktan ayırt edilmemek için sivil kıyafetlerle değiştirdiği kısa bir sahneyle başlıyor. Bir başka deyişle, filmin açılışı 2009 Mayıs-Haziran aylarına denk düşüyor; Sri Lanka hükümetinin Tamil Kaplanları’nı yenilgiye uğrattığı ve liderlerini öldürdüğü zamanlara. Dheepan da Tamil Kaplanları’yla birlikte savaşmış ve yenilgiyle sonuçlanan savaşın neticesinde kampta tanışıp mülteci olabilmek için aile rolü oynadıkları Yalini ve Illayaal’la Fransa’ya göç etmiş bir adam.
Fransa’da kendilerine gösterilen yerin çete savaşlarının yoğun yaşandığı bir yer oluşu Yalini ve Illayaal’daki savaş travmalarını canlandırıyor. Dheepan’ın durumuysa biraz daha farklı. O bunların yanısıra "yenilmiş" bir adam. Uğruna savaştığı değerleri, dahası inancını yitirmiş. Albay’la olan karşılaşmasında "savaş bitti" demesi, sonra düzeltip "benim için bitti" demesi bunu gösterir nitelikte. Yıllardır varını yoğunu, dahası canını ortaya koyduğu mücadeleden geri düşmüş bir adamla empati kurmaya çalıştım film boyunca. Yalini’nin Illayaal’a kötü davranması- dövmesi- ve sonra günah çıkarırcasına çocuklara nasıl davranıldığını bilmediğini söylemesi ve Illayaal’ın da ona en azından kardeşlerine davrandığın gibi davran demesi, okula giderken diğer çocuklarının annelerinin onları öptüğü gibi öpülmeyi talep etmesi yürek burkan detaylar. Fakat yine de filme gelen ajitatif eleştirilerine de pek katılmıyorum açıkçası. Ya da Türkiye sineması ajitasyonuna öyle batmışız ki, bunlar gözümüze ajitasyon olarak gelmiyor da olabilir. Mesela bu filmi Çağan Irmak’ın çektiğini hayal edin. Okulda oyunlara dahil edilmeyen Illayaal’a ne ağlatırdı sizi, salya sümük. Ama bu filmde kızcağız gitti siz misiniz beni oyununuza almayan dedi, pata küte dövdü. Ezilmişliği göstermenin de bir adabı var canım. Bütün bunlar dışında sonunda Dheepan’ın Kara Murat’a döndüğü sahne "bu ne ya?" dedirtti. Arabayı yakmalar, tek başına insanları haşat edip prensesi kurtaran Mario olmalar fln. O kısım olmamış bence. Epey eğreti durmuş. Üstüne Fransa’dan İngiltere’ye göç edince huzuru bulmuş olmaları "Mutlu Son" yazan Yeşilçam filmi gibi olmuş, olmamış. "İngiltere’nin mülteci politikası Fransa’dan daha iyi" gibi bir mesaj mı giydirilmiş bilmiyorum ama aynı bokun laciverti oldukları aşikar.
P.s: Tamil Kaplanları’nın marşları ne kadar da eğlencelikmiş dedim filmde. Bu da bir örnek olsunhttp://www.youtube.com/watch?v=bI_3UTL2Zus
The Lobster filmine yorum yazdı:
Film her ne kadar distopya kategorisine dahil olsa da günümüzle bağları dipdiri ve yer yer var olanın mübalağalı anlatımından da öteye geçememiş. Köpekdişi nedeniyle beklentim hayli yüksekti ama pek de umduğumu bulduğumu söyleyemeyeceğim. 10 üzerinden 6.8 veriyorum ve geçiyorum spoilera.
Filmde eş bulurken partnerinin özellikleriyle aynı özelliklere sahip olma konusundaki obsesif hal, sosyal mecralar vasıtasıyla sevgili bulurken kişinin kendinde var olanı aramasıyla ya da diğerinde olup kendinde olmayan özelliği "varmış" gibi göstermesiyle ne kadar örtüşüyor. "Aaa ikimizde aynı müzik grubunu seviyoruz, aa o yönetmen mi ay benim de favorim. Başucu kitabın? Ay inanır mısın benim deeeğ."
Aksayan adamın burnu kanayan kadınla partner olabilmek için burnunu havuza vurmak suretiyle kanatması, ya da "kalpsiz" kadınla birlikte olmak için David’in sosyopat taklidi yapması gibi örnekler verilebilir. Çiftlerin birlikte oluşları da "ikisinin de burnu kanı ... DevamıFilm her ne kadar distopya kategorisine dahil olsa da günümüzle bağları dipdiri ve yer yer var olanın mübalağalı anlatımından da öteye geçememiş. Köpekdişi nedeniyle beklentim hayli yüksekti ama pek de umduğumu bulduğumu söyleyemeyeceğim. 10 üzerinden 6.8 veriyorum ve geçiyorum spoilera.
Filmde eş bulurken partnerinin özellikleriyle aynı özelliklere sahip olma konusundaki obsesif hal, sosyal mecralar vasıtasıyla sevgili bulurken kişinin kendinde var olanı aramasıyla ya da diğerinde olup kendinde olmayan özelliği "varmış" gibi göstermesiyle ne kadar örtüşüyor. "Aaa ikimizde aynı müzik grubunu seviyoruz, aa o yönetmen mi ay benim de favorim. Başucu kitabın? Ay inanır mısın benim deeeğ."
Aksayan adamın burnu kanayan kadınla partner olabilmek için burnunu havuza vurmak suretiyle kanatması, ya da "kalpsiz" kadınla birlikte olmak için David’in sosyopat taklidi yapması gibi örnekler verilebilir. Çiftlerin birlikte oluşları da "ikisinin de burnu kanıyor, Ooo mükemmel uyum" şeklinde ilan ediliyor zaten. Sosyal medyadaki ortaklaşmanın ne denli yalan olduğuna güzel vurmuş Yorgos ağbimiz, hakkını yemeyelim.
Otelden kaçtıktan sonra diğer kadınla tesadüf eseri karşılaşması ve gerçektenbenzer taraflarını keşfetmesi-ikisinin de miyop oluşu- ise David’e bunun gerçek aşk olduğunu düşündürüyor zira yukarda dediğim gibi ideal ilişki için muhakkak ortak bir payda olmalı ana fikir. İlerleyen aşamada diğer adamın da miyop olma ihtimali onu kıskandırıyor ve neticesinde miyop olmadığını öğrenip rahatlıyor. Zaten filmin sonunda kadın kör olduğu için kendinin de kör olması gerektiğini düşünmesi bu "partnerlerin illa ki kesişim kümelerinin olma zorunluluğu"nu tokat ata ata anlatıyor. Bir başka ifadeyle, bütün o ilişki dayatmalarına adeta isyan ederek otelden kaçsa da yine anaakım ilişki normunu içselleştirmiş olduğunu görüyoruz David’in. Aslında bu hemen hemen herkes de olan bir şey değil mi? Anaakım ilişki yaşamaktan imtina etsek dahi kabul edilmiş değer yargılarına ve normlara göre şekillendirmiyor muyuz ilişkimizi?
Snowtown filmine yorum yazdı:
Film bittikten sonra şöyle bir düşündüm. Daha önce hiç bir filmde bu kadar rahatsız olmadığıma karar verdim. Seri katillere-en azından kafalarının işleyiş biçimine- duyduğum meraka rağmen keşke fikirlerine değer verdiğim biri karantinaya alsaymış da hiç vakit öldürmeseymişim dediğim film. Sadece vakit öldürsem neyse, mide bulantısı da cabası. Toplum mühendisi olacakmış okulu olmadığından seri katil olayım demiş arkadaş. Kendi değer yargılarına göre bir hakeden listesi var buna göre öldürüyor işte. Benden olmayan ölsün, hatta ben öldüreyim de Tanrı olayım kafası. Halbuki "killing is just killing".
Filmdeki homofobi, eril şiddet üzerine burda yarım saat saydırabilirim fakat hiç girmeyeyim. Sadece kendi adıma şunu bi kez daha farkettim, farkındalığım artıkça bu tarz filmlere katlanma katsayım düşüyor. "Iyy şiddet mi, ben kan göremem ki" mantığıyla yaklaşmadığımı da not edeyim fakat bu tarz göze sokmacalar da amacını (şayet varsa) oldukça aşıyor. Benim yorumlamam bu kadar. Haydin hayırlı ... DevamıFilm bittikten sonra şöyle bir düşündüm. Daha önce hiç bir filmde bu kadar rahatsız olmadığıma karar verdim. Seri katillere-en azından kafalarının işleyiş biçimine- duyduğum meraka rağmen keşke fikirlerine değer verdiğim biri karantinaya alsaymış da hiç vakit öldürmeseymişim dediğim film. Sadece vakit öldürsem neyse, mide bulantısı da cabası. Toplum mühendisi olacakmış okulu olmadığından seri katil olayım demiş arkadaş. Kendi değer yargılarına göre bir hakeden listesi var buna göre öldürüyor işte. Benden olmayan ölsün, hatta ben öldüreyim de Tanrı olayım kafası. Halbuki "killing is just killing".
Filmdeki homofobi, eril şiddet üzerine burda yarım saat saydırabilirim fakat hiç girmeyeyim. Sadece kendi adıma şunu bi kez daha farkettim, farkındalığım artıkça bu tarz filmlere katlanma katsayım düşüyor. "Iyy şiddet mi, ben kan göremem ki" mantığıyla yaklaşmadığımı da not edeyim fakat bu tarz göze sokmacalar da amacını (şayet varsa) oldukça aşıyor. Benim yorumlamam bu kadar. Haydin hayırlı işler.
Özetle, izlemeyin.
İtiraf: Bölüm 2 filmine yorum yazdı:
Final sahnesi olmasa yorum yazmayacaktım sanırım. Filmin tamamında bizi Seligman’a inandırmakla uğraştı, ki inandık da. Aseksüelliğini açıklayış sahnesinde "çüküyle düşünmeyen bir erkek" diye düşündük, az biraz mutlu olduk. Fakat bu durumun bir ilizyon olduğunu ve "erkek her zaman erkek"tir algımızın ne denli doğru olduğunu sille tokat çarptı yüzümüze. Ya da "everything is about sex. except sex. sex is about power"ın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gördük diyeyim. Bütün o entelektüel sohbetin, anlayışlı triplerinin, ben diğerleri gibi değilim pozlarının altında, evet en azından bilinçaltında, sonunda bir şey koparabilir miyim niyeti yatıyor çok net. Ve bunu "o kadar adamla yatmışsın, bana da versen nolur yani" sözüyle perçinleyince tokatlayasım geldi. Joe daha iyisini yaparak vurdu, içimin yağları eridi. Erkeklerdeki bu bakış o kadar aynı ki, kültürden kültüre bile çok az farklılık gösteriyor. Onlarca erkekle yatmana da lüzum yok, eğer bir ... DevamıFinal sahnesi olmasa yorum yazmayacaktım sanırım. Filmin tamamında bizi Seligman’a inandırmakla uğraştı, ki inandık da. Aseksüelliğini açıklayış sahnesinde "çüküyle düşünmeyen bir erkek" diye düşündük, az biraz mutlu olduk. Fakat bu durumun bir ilizyon olduğunu ve "erkek her zaman erkek"tir algımızın ne denli doğru olduğunu sille tokat çarptı yüzümüze. Ya da "everything is about sex. except sex. sex is about power"ın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gördük diyeyim. Bütün o entelektüel sohbetin, anlayışlı triplerinin, ben diğerleri gibi değilim pozlarının altında, evet en azından bilinçaltında, sonunda bir şey koparabilir miyim niyeti yatıyor çok net. Ve bunu "o kadar adamla yatmışsın, bana da versen nolur yani" sözüyle perçinleyince tokatlayasım geldi. Joe daha iyisini yaparak vurdu, içimin yağları eridi. Erkeklerdeki bu bakış o kadar aynı ki, kültürden kültüre bile çok az farklılık gösteriyor. Onlarca erkekle yatmana da lüzum yok, eğer bir kere o lanet zar yırtılmışsa onunla da yatmanda bir mesele yokmuş gibi bir yaklaşım içersine giriyorlar zira mühim olan o zar, yırtıldıktan sonra şecere tutan yok.
Onun dışında algılarımı sarsan bir konu da pedofili oldu. Yani en azından üzerine düşündürttü. İcraata geçmedikten sonra fantezi kurmanın neresi kötü? Fantezi boyutunda herhangi bir canlıya zarar vermiyor neticede. Zoofili de aynı. İnsan hayvanla çiftleşmeyi arzuluyor, bundan tahrik oluyor diye ona ’iğrenç’ demeli miyiz? Yoksa hayvanla ilişkiye girdiği noktada mı iğrençleşiyor mevzu, yani rıza yok ortada. Sonuç olarak Lars yine yaptın yapacağını, sinirimden kudurdum.
İtiraf: Bölüm 1 filmine yorum yazdı:
Dogville'de yapay stüdyo sahnesine rağmen hissettiğim sahiciliği bu filmde zaman zaman yitirsem de filmi beğendim. (Yine de bazı metaforların çok zorlama olduğunu belirtmeden edemeyeceğim.) Burdan sonrası spoiler:
Filmin girişinde "amım olduğunun 2 yaşından beri farkındayım" demesi ve B. ile oynadıkları o kurbağalama bende bir çok çağrışım yaptı. Kadın olan anlar diyerek bahsedeyim. Belki o kadar küçük yaşta değil ama beden farkındalığımız geliştiği sıralarda erkeksiz evcilikler oynanırdı. Bu oyunların içinde ufak tefek de olsa cinsellik de vardı. Kimimiz erkek, kimimiz kadın olurduk bu oyunlarda fakat biyolojik olarak hepimiz kadındık. Bunun cinsel kimlik ya da yönelimle alakası olup olmadığını düşünüyorum şimdilerde ama yok değildi. Yani keşfetme arzusunun önünde DEV tabular vardı. Erkekle olmaz, ama keşfedesin de var o zaman kız arkadaşların ne güne duruyor.
İkinci olarak tren sahnesinde en çok adamla yatanın bonibon kazanması beni biraz itti. Hani erotizme biraz çocukluk katılmak ... DevamıDogville'de yapay stüdyo sahnesine rağmen hissettiğim sahiciliği bu filmde zaman zaman yitirsem de filmi beğendim. (Yine de bazı metaforların çok zorlama olduğunu belirtmeden edemeyeceğim.) Burdan sonrası spoiler:
Filmin girişinde "amım olduğunun 2 yaşından beri farkındayım" demesi ve B. ile oynadıkları o kurbağalama bende bir çok çağrışım yaptı. Kadın olan anlar diyerek bahsedeyim. Belki o kadar küçük yaşta değil ama beden farkındalığımız geliştiği sıralarda erkeksiz evcilikler oynanırdı. Bu oyunların içinde ufak tefek de olsa cinsellik de vardı. Kimimiz erkek, kimimiz kadın olurduk bu oyunlarda fakat biyolojik olarak hepimiz kadındık. Bunun cinsel kimlik ya da yönelimle alakası olup olmadığını düşünüyorum şimdilerde ama yok değildi. Yani keşfetme arzusunun önünde DEV tabular vardı. Erkekle olmaz, ama keşfedesin de var o zaman kız arkadaşların ne güne duruyor.
İkinci olarak tren sahnesinde en çok adamla yatanın bonibon kazanması beni biraz itti. Hani erotizme biraz çocukluk katılmak istenmiş ve de zorlama olmuş gibi geldi. Onun dışında aşka isyan niteliğinde kurdukları o küçük kadın örgütü feyz alınasıydı. O vıcık vıcık yalancı tek eşliliğe (ki kadının zoraki tek eşliliği erkeğin gizli çok eşliliği şeklindedir durum) başkaldırı beni benden aldı açıkçası. Ama 'kadınlığımı sonuna kadar umarsızca kullandım' dediği sahnede, adamın 'kanatların varsa neden uçmayasın ki' sözü biraz üstüne düşünülesi. Yani o söz her yere uyarlanabilir ve ucu kaçabilir gibi. Herhangi bir konuda 'güçlü' olan ya da gücü elinde tutan dilediğini yapmakta özgür mü? Ama tabi ben cinselliği öne çıkararak erkekleri baştan çıkarma işini kadınlığını kullanmak şeklinde algılamıyorum orası da ayrı. Yani o bakış açısı da gayet anaakım.
Son olarak da şunu düşündüm; seks eğer yemek yemek kadar tabii algılansaydı kadının durumu 'hastalık' olarak nitelenir miydi? Hayır. Yani bir çok mental rahatsızlığı ve bunu algılayış biçimimizi şekillendiren de yine toplum. Kısır döngü gibi biraz, ben bu durumu bir hastalık olarak değil bir başkaldırı olarak görüyorum. Ama kısır döngü olan kısmı, bu başkaldırının sonucunda vardığın noktada yine o ahlaki değerlere, normlara yüzünü dönüp kendini yargılama işine soyunman. Ki kadının yaptığı da bu. Kendi içimizde yıktığımız tabular toplum nezdinde kabul görmeye devam ettiği müddetçe, bir yerde tıkanıp eylemlerimizin yargıçlığına soyunabiliyoruz.
END:CIV filmine yorum yazdı:
Uygarlık karşıtıyım deyince uygarlığın çöküşünü ütopya olarak görüp burun kıvıran insanları bir odaya toplayıp bu filmi izletmek gerek diye düşünüyorum. Tekno uygarlığın neden sürdürülebilir olmadığını ve bizim müdahalemiz olsun olmasın böyle giderse zaten kendiliğinden çökeceğini çok güzel anlatmış film. Otomobilin olmadan yaşayabilirsin, ama suyun olmadan yaşamazsın arkadaş, bunda net miyiz? Bilmem kaç çeşit yemek takımlı, ahşap mobilyalı beton bir evde yaşamazsan da ölmüyorsun, anlaştık sanırım. Bu ihtiyacın olmayan ıvır zıvır bi sürü şeyin üretilmesi için olmazsa yaşayamayacağın su kirletiliyor, oksijen kaynağı ormanlar talan ediliyor. Tükenişe öyle yüzyılar bin yıllar da yok, somutlaştırırsak yakıt krizinden daha bile erken su krizi. Şimdi neye cidden ihtiyacın var neye yok tekrar düşün, ve tekno uygarlığı savunmanın mı yoksa uygarlık karşıtlığının mı daha absürd olduğuna sen karar ver.
P.S: Gripken izlemeyin.