1 hafta önce
Ennio filmine yorum yazdı:
" bakışlarım beyaz
bulutlara karşı obur "
Mukavemet filmine yorum yazdı:
Mukavemet, sıradan bir üçüncü sayfa haberinde karşılaşabileceğimiz türden bir hikayeye sahip olmasına rağmen, tamamının plan-sekans (kameranın kayda girip, kayıttan çıkana kadar tek seferde çektiği görüntüler bütünü) olarak çekilmesi ve tek mekan tercihleri ile gerilimi ve rahatsız ediciliği hat safhaya taşıyarak sıradışı bir film halini almış. Filmde yaratılmış olan bu rahatsız edici atmosfere, başarılı oyuncu tercihleri ve performansları da eklenince seyirciye nefes alacak hiç bir boşluk kalmıyor. Filmin tamamının tek plan olması yani her hangi bir kesme olmaması, seyirci için göz kırpma eylemine izin verilmemesi gibi bir işkence etkisi yaratıyor. Bu durum aklıma Stanley Kubrick'in 'A Clockwork Orange' filminde şiddete meyilli ana karakter Alex'in cezalandırılma şeklini aklıma getirdi. Alex'in özel bir düzenek sayesinde gözlerini kapatmaması sağlanarak, çeşitli şiddet görüntülerini peşpeşe izlemek zorunda bırakılıyordu. Dijital bir mecra yerine sinema salonunda Mukavemet'i izlemek ya ... DevamıMukavemet, sıradan bir üçüncü sayfa haberinde karşılaşabileceğimiz türden bir hikayeye sahip olmasına rağmen, tamamının plan-sekans (kameranın kayda girip, kayıttan çıkana kadar tek seferde çektiği görüntüler bütünü) olarak çekilmesi ve tek mekan tercihleri ile gerilimi ve rahatsız ediciliği hat safhaya taşıyarak sıradışı bir film halini almış. Filmde yaratılmış olan bu rahatsız edici atmosfere, başarılı oyuncu tercihleri ve performansları da eklenince seyirciye nefes alacak hiç bir boşluk kalmıyor. Filmin tamamının tek plan olması yani her hangi bir kesme olmaması, seyirci için göz kırpma eylemine izin verilmemesi gibi bir işkence etkisi yaratıyor. Bu durum aklıma Stanley Kubrick'in 'A Clockwork Orange' filminde şiddete meyilli ana karakter Alex'in cezalandırılma şeklini aklıma getirdi. Alex'in özel bir düzenek sayesinde gözlerini kapatmaması sağlanarak, çeşitli şiddet görüntülerini peşpeşe izlemek zorunda bırakılıyordu. Dijital bir mecra yerine sinema salonunda Mukavemet'i izlemek yani seyircinin istediğinde filmi durdurup ara verememesi, Otomatik Portakal filminden örnek verdiğime benzer bir deneyime sebep olabilir. Bu anlamda film, isminin hakkını vererek seyircinin mukavemetini sonuna kadar zorluyor. Mukavemet, finalde tam bitti denilen noktada, sanki ikinci bir film başlamışçasına bu sefer sistemin takdir ve yargılarını devreye sokarak, maruz bıraktığı rahatsız ediciliğin rengini değiştirerek seyircinin ayarları ile oynamaya devam ediyor. Gerilim ve şiddet filmlerinden hoşlanmıyorsanız kesinlikle uzak durmanız gereken bir film olduğunu söyleyebilirim. Yönetmen Soner Caner'in kullandığı çekim tekniğinin, sadece artistik bir meydan okumadan ibaret olmadığını çok yerinde ve cesur bir tercihte bulunduğu için alkışı hak ettiğini söylemek gerekir.
Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island filmine yorum yazdı:
İlhan Mimaroğlu'nun ismini, ilk olarak Federico Fellini'nin "Satyricon"(1969) filminde duyduğum Türkçe sözleri olan müziğin kime ait olduğunu araştırmam üzerine öğrenmiştim. Filmde, Orhan Veli Kanık'ın "İçinde" isimli şiirini Mimaroğlu'nun eşi Güngör Mimaroğlu seslendiriyor, ama fondaki müzik daha önce duyduğum herhangi bir müzik türüne benzemiyordu. "Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)" belgeselinin varlığından haberdar olunca, bu gizemli adamı ve yaptığı müzik için her ne kadar elektronik denilse de aslında herhangi bir türe dahil edilemeyecek olan müziğine dair merakımı gidermek için ilk fırsatta izledim. Belgeselde, Mimaroğlu'nun çektiği fotoğraf ve videolar yine ona ait müzikler ile kurgulanarak sunulmuş. Bu anlamda aslında kendi hakkında yapılan bu belgeselin görsel ve işitsel içeriğinin büyük bir kısmını çok önceden arşivlemiş. Belgeselde Mimaroğlu'nun müziği ile ilgili olarak söylenmiş olan en iyi tanımlamalardan biri Graffitilere benzetilmiş olmasıydı. Tabi ki e ... Devamıİlhan Mimaroğlu'nun ismini, ilk olarak Federico Fellini'nin "Satyricon"(1969) filminde duyduğum Türkçe sözleri olan müziğin kime ait olduğunu araştırmam üzerine öğrenmiştim. Filmde, Orhan Veli Kanık'ın "İçinde" isimli şiirini Mimaroğlu'nun eşi Güngör Mimaroğlu seslendiriyor, ama fondaki müzik daha önce duyduğum herhangi bir müzik türüne benzemiyordu. "Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)" belgeselinin varlığından haberdar olunca, bu gizemli adamı ve yaptığı müzik için her ne kadar elektronik denilse de aslında herhangi bir türe dahil edilemeyecek olan müziğine dair merakımı gidermek için ilk fırsatta izledim. Belgeselde, Mimaroğlu'nun çektiği fotoğraf ve videolar yine ona ait müzikler ile kurgulanarak sunulmuş. Bu anlamda aslında kendi hakkında yapılan bu belgeselin görsel ve işitsel içeriğinin büyük bir kısmını çok önceden arşivlemiş. Belgeselde Mimaroğlu'nun müziği ile ilgili olarak söylenmiş olan en iyi tanımlamalardan biri Graffitilere benzetilmiş olmasıydı. Tabi ki en iyi tanımı ise eşi Güngör Mimaroğlu yapmış;
"Siz hiç aşık oldunuz mu"
"Çünkü hiç aşık olmasaydınız İlhan'ı ve onun müziğini asla anlayamazdınız"
Mimaroğlu, belgeselin isminde olduğu gibi gerçekten bir Robinson Crusoe gibi yaşamış. Çektiği fotoğraf ve videolara bakarken aklıma hep Vivian Maier ve onunla ilgili yapılmış olan belgesel geldi. Belki de bazı sanatçılar yaşadıkları dünyanın içinde, ıssız bir adada yaşıyormuş gibi olabildiğince kimsenin hayatına dokunmadan ve anlaşılma çabası gütmeden sessizce geçip gitmek istiyordur kim bilir...
Bar Fedaisi filmine yorum yazdı:
"Ama Benim Adım Elwood Dalton
Ben Gezerim Balkon Balkon"..
Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki filmine yorum yazdı:
Dune'un varlığından ilk olarak "Jodorowsky's Dune"(2013) isimli belgeseli izledikten sonra haberdar olmuştum. O yüzden Denis Villeneuve'nin Dune'undan önce, biraz belgeselden bahsetmek istiyorum. Belgeseli izleyene dek, Alejandro Jodorowsky'i sadece "The Holy Mountain"(1973) ve "El Topo"(1970) filmleri ile tanıyordum. Aslında bu iki film sayesinde dikkat çekmeyi başaran Jodorowsky'e, ne çekmek istersin diye sorulduğunda Dune diyor. "Jodorowsky's Dune" Jodorowsky'nin, Dune'u kafasındaki gibi bir filme dönüştürebilmek için, kurduğu teknik ekibi ve oyuncu kadrosunu ikna etme sürecini, yine filmde kullanmak için ortaya çıkmasını sağladığı storyboard ve diğer çizimlere yer veriyor. Bu çizimlerin bazıları, hareketlendirilerek bir animasyon gibi sunuluyor. Belgesel, en çok ta Jodorowsky'nin Dune'a olan saplantı derecesindeki tutkusunu gözler önüne seriyor. Belgesel bu yönüyle farklı disiplinlerden her sanatçıya ilham kaynağı ve itici bir güç olacak türden..
Belgeselde, Dune için 'bilim kurg ... DevamıDune'un varlığından ilk olarak "Jodorowsky's Dune"(2013) isimli belgeseli izledikten sonra haberdar olmuştum. O yüzden Denis Villeneuve'nin Dune'undan önce, biraz belgeselden bahsetmek istiyorum. Belgeseli izleyene dek, Alejandro Jodorowsky'i sadece "The Holy Mountain"(1973) ve "El Topo"(1970) filmleri ile tanıyordum. Aslında bu iki film sayesinde dikkat çekmeyi başaran Jodorowsky'e, ne çekmek istersin diye sorulduğunda Dune diyor. "Jodorowsky's Dune" Jodorowsky'nin, Dune'u kafasındaki gibi bir filme dönüştürebilmek için, kurduğu teknik ekibi ve oyuncu kadrosunu ikna etme sürecini, yine filmde kullanmak için ortaya çıkmasını sağladığı storyboard ve diğer çizimlere yer veriyor. Bu çizimlerin bazıları, hareketlendirilerek bir animasyon gibi sunuluyor. Belgesel, en çok ta Jodorowsky'nin Dune'a olan saplantı derecesindeki tutkusunu gözler önüne seriyor. Belgesel bu yönüyle farklı disiplinlerden her sanatçıya ilham kaynağı ve itici bir güç olacak türden..
Belgeselde, Dune için 'bilim kurgunun incili" deniliyor. Dune için Jodorowsky'nin yaptığı her türlü hazırlığın, günümüz bilimkurgu sinemasına kadar devam eden etkilerinin izlerini sürüyor. Dune için hazırlanan storyboardlar bütün büyük yapım şirketlerine gönderilmiş ve Dune için oluşturulan teknik ekibin, Dune'un iptal olması sonrası farklı filmlerin yapımında bir araya getirildiği görülüyor. Görüldüğü üzere aslında Jodorowsky yaptığı hazırlıklarla diğer sinemacılar için bir şekilde "yol gösteren" olmuş. Dune sonrasında yapılan hemen her bilim kurgu filminin "Ben Dune'um" dediğini belgeseli izleyince anlamamak mümkün değil. Böylelikle kendi Dune'unu çekememiş olsa da Jodorowsky için "Bilim kurgunun mesihi" diyebiliriz.
Jodorowsky'nin projesi iptal edildikten sonra yapım şirketlerinin kontrolünde David Lynch, "Dune"(1984) filmini çekiyor ama çok kötü bir film ortaya çıkıyor.
Dune ile ilgili merakım, yaptığı her filmle dikkat çekmeyi başaran bir yönetmen olan Denis Villeneuve tarafından çekileceğini öğrenmem ile yeniden alevlendi. Villeneuve'ün Dune serisini çekmeye başlamadan hemen öncesinde "Arrival" (2016) ve bir bilim kurgu klasiği olan "Blade Runner'(1982)ın devam filmi "Blade Runner 2049"(2017) u çekmesi kendisini bu filme hazırlamak için oluşturulmuş bir süreç gibi önümüzde öylece dururken, Villeneuve gibi iyi bir yönetmenin Jodorowsky'nin hayalini kurduğu filmi gerçeğe dönüştürebileceğini düşünmemek elde değildi.
İlk filmi gördükten sonra Dune serisi için sadece bir tanıtım ve başlangıç olarak değerlendirip hiç bozuntuya vermeden ikinci filmi merakla beklemeye başladım. İkinci film tam olarak beklediğim gibi görkemli ve olması gerektiği gibi daha önce izlediğim büyük filmlerden biriydi. Görüntüler, müzik ve sesler, oyuncu performansları, hikayenin akışı ve kurgu her şey yerli yerinde tıkır tıkır işleyen bir makina gibiydi.
Günümüzde insanların bir saat bile herhangi bir şeye odaklanmalarını beklemek çok zorken, bu filmin üç saatlik süresiyle sinema salonlarını doldurması ve bunu uzun bir süre daha sürdürecek olması ile rekorları altüst etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Villeneuve'ün Dune'u, serinin tamamlanmasıyla birlikte sinema tarihindeki yerini sağlam bir şekilde alacaktır.
Oyuncu tercihleri için çok fazla bir şey diyemeyeceğim ama Javier Bardem gibi karizma bir oyuncuyu alıp, her fırsatta "Lisan al Gaib" diye bağıran bir şakşakçıya dönüştürmesi ilginç bir tercihti, gerçi Bardem bu rolün hakkını da fazlasıyla vermiş. Bir de kendi fantezimden bahsedeyim, Alejandro Jodorowsky halihazırda 95 yaşında ama yönetmen ben olsaydım ne yapar ne eder onu kandırıp çok kısa bir süre için bile olsa oyuncu olarak göstermek isterdim. Jodorowsky, kendi çektiği filmlerde oyuncu olarak yer aldığı için herhangi bir zorlukta çekmezdi. Mesela imparator rolündeki Christopher Walken yerine kullanılabilirdi. Belki de son filmde çıkar ortaya kim bilir :))
Filmin hikayesi ise aslında çok tanıdık öğeler ve klişelerle dolu ama film bu durumu ele alma biçiminin farklı ve aslında kontrolü altında olduğunu da söylüyor. Kasabaya, şehre ya da gezegene bir yabancı gelir ve en belalı en zor tipi yenerek yerlilere kendini ispat eder. Bu hemen her filmde, her hikayede bu şekilde olur. Dune'da bu durum aslında bir üst akıl ve yönetimi elinde tutan gizli bir güç olarak değerlendirilebilecek, özel yeteneklere sahip olan bir topluluk Bene Gesseritler'in kontrolünde olduğunu görmemizle farklı bir hal alıyor. Şöyle ki; filmin seyri içinde kendi aralarındaki konuşmalarda gerçekleşen olayların aslında ne kadar sıradan ve olması gerektiği gibi gerçekleştiğini dile getiriyorlar. Aslında bu durumun filmin seyirciye Bene Gesseritler aracılığıyla verdiği üstü kapalı bir spoiler olduğunu da söyleyebiliriz. Mesela, Lea Seydoux tarafından canlandıran ve aynı zamanda bir Bene Gesserit olan Lady Margot Fenring sayesinde Harkonnen'lerin soyunun nasıl koruma altına aldığını ve bunun sonraki filmde nasıl kullanılacağını bilemiyoruz. Ama görünenin ve klişelerin nasıl yönlendirileceği aslında Bene Gesserit'lerin kontrolünde.
Filmin olay örgüsündeki klişelere değinmek için kendisine en çok benzeyen filmin James Cameron'ın "Avatar"(2009) filmi olduğunu söyleyebilirim. İki filmde de kutsal sayılan efsanelerin, karakterlerin dirilmesini sağladığını görüyoruz. İlkel yöntemlerle savaşan yerel halka karşı, teknolojik güçlere sahip bir düşmanın olması. Avatar'da savaşçıların o dünyaya ait canlıları kullanarak savaşa katıldığını görüyoruz. Efsaneye göre Toruk isimli yaratığa binebilen kişi seçilmiş kişi olarak kabul edilir. Dune da ise bu durum solucanlar sayesinde tekrar ederek gerçekleşiyor. Avatar'daki Na'vilerden ya da Dune'daki Fremen'lerden önce Kızılderili'ler vardı yani aslında "Anlatılan senin hikayendir"...
İlgi Alanı filmine yorum yazdı:
The Zone of Interest, konu olarak Yahudi soykırımı ile ilgili çekilmiş olan onca filmden sonra yeni ve farklı ne söylüyor olabilir ki diye düşündürse de, gerek yabancı dilde en iyi film Oscar'ına aday olması, gerek yönetmen Jonathan Glazer'in Under the Skin(2013) den tam on yıl sonra yeni bir film yapmış olması ile yine de belli bir beklenti oluşturuyor.
The Zone of Interest, Auschwitz kampının komutanı olan Rudolf Höss ve ailesinin kampın hemen yanı başındaki evlerindeki yaşantılarını anlatıyor. Höss'ün kendi tabiriyle cennete benzeyen evleri, esasında cehennemi görmemize engel olan bir perde gibi kullanılmış. Evet, bu perde sayesinde Auschwitz'te olan biten hiç bir şiddet eylemini görmüyoruz belki ama çığlıklar ve silah sesleri hiç kesilmiyor. Görünen en somut şey ise ölümlere ait olan duman ve onunla birlikte yayılan kokunun hissedildiği anlar. Çerçeveyi genel olarak mutlu bir aile tablosu olanca durağanlığıyla dolduruyor. Dışarıdan bakıldığında son derece normal bir yaşantıya sah ... DevamıThe Zone of Interest, konu olarak Yahudi soykırımı ile ilgili çekilmiş olan onca filmden sonra yeni ve farklı ne söylüyor olabilir ki diye düşündürse de, gerek yabancı dilde en iyi film Oscar'ına aday olması, gerek yönetmen Jonathan Glazer'in Under the Skin(2013) den tam on yıl sonra yeni bir film yapmış olması ile yine de belli bir beklenti oluşturuyor.
The Zone of Interest, Auschwitz kampının komutanı olan Rudolf Höss ve ailesinin kampın hemen yanı başındaki evlerindeki yaşantılarını anlatıyor. Höss'ün kendi tabiriyle cennete benzeyen evleri, esasında cehennemi görmemize engel olan bir perde gibi kullanılmış. Evet, bu perde sayesinde Auschwitz'te olan biten hiç bir şiddet eylemini görmüyoruz belki ama çığlıklar ve silah sesleri hiç kesilmiyor. Görünen en somut şey ise ölümlere ait olan duman ve onunla birlikte yayılan kokunun hissedildiği anlar. Çerçeveyi genel olarak mutlu bir aile tablosu olanca durağanlığıyla dolduruyor. Dışarıdan bakıldığında son derece normal bir yaşantıya sahip olduğunu düşündüğümüz bu sıradan insanların, bir insanlık suçunun sorumlusu olduklarını ve bu şekilde rahatça yaşabildiklerini de gösteren yönetmenin aslında bu olguyu seyirciyi empati yoluyla duruma dahil etmek için kullandığını söyleyebiliriz. Öyle ki kameranın hareketsiz pozisyonu ile birlikte, yemek masası ya da toplantı masasındaki biri gibi hissedip deneyime dahil oluyorsunuz, film süresince hatta sonrasında insan gibi görünen canavarlardan biri olduğunuzu düşündüğünüz bir işkenceye maruz kalıyorsunuz.
Hemen her gün yanı başlarında yaşanan vahşetin, ailenin yaşantısında olumsuz herhangi bir etkisinin olmadığını görmenin seyredende bıraktığı rahatsız edicilik aslında oldukça tanıdık geliyor. Eğer filmi kimin yönettiğini bilmiyor olsam ve bir tahminde bulunmam istense aklıma ilk gelen isim Michael Haneke olurdu. Haneke'nin rahatsız edici üslubuna ilaveten, ses tasarımı ve müzik kullanımının etkisi de eklenince filmin seyrinin oldukça zor bir hale geldiği söylenebilir. Film için özel bestelenmiş müzikler, filmin açılış sahnesinden finaline kadar özenle yerleştirilmiş. Siren sesleri ve çığlıklarla bezeli müzikleri ile Mica Levi'nin performansı, filmi son derece rahatsız edici bir hale getirmiş.
Görüntülerde ise bu durum farklı bir şekilde seyrediyor. Aslında hikaye ile anlatılmak istenilenin aksine cıvıl cıvıl doğa ve mutlu bir aile tablosu gösteriliyor. Özellikle "Ida" ve "Cold War" isimli siyah beyaz başyapıtları ile bildiğim görüntü yönetmeni Lukasz Zal, The Zone of Interest'te sabit kamerası, genel planları ve renkleri(seslerde olduğu gibi renklerin de yer yer özellikle bozulduğunu ve soğuk filtreler kullanıldığını görüyoruz) ile filmin diline uygun görüntüler oluşturmuş.
Yönetmen, oyuncuların dikkat çekici bir performans ortaya koyabilmesi için onlara pek fırsat vermiyor. Kamera olabildiğince yakın çekimlerden dolayısıyla duygu geçişlerini hissettirmekten kaçınıyor. Kaldı ki, oyuncuların canlandırdığı karakterlerin içinde bulundukları durumdan duygusal açıdan olumsuz bir şekilde etkilenmedikleri her haliyle anlaşılıyor. Filmi izlerken, Komutanın karısı rolünde izlediğimiz Sandra Hüller için zorlayıcı bir performans olmasa gerek diye düşündüm. Aynı yıl içinde çekilen "Anatomy of a Fall" filminde de yine yaşanan ama gösterilmeyen bir şiddet karşısında, daha fazla yakın plan görünür olsa da duygularını belli etmeyen soğuk bir karaktere hayat veriyordu.
Jonathan Glazer, yaptığı bir kaç filmden daha çok ünlü isimler için çektiği müzik klipleri ile biliniyor. Önceki filmi Under the Skin oldukça dikkat çekici olsa da The Zone of Interest onun kariyeri için daha belirleyici bir film olacağa benziyor. Film için seçilen konunun hassasiyeti ve konuyu ele alma biçiminin farklılığı ile sonuç olarak ortada oldukça dikkat çekici bir iş var. Genel izleyiciye hitap etmeyi aklından bile geçirmeyen farklı bir dil tercih ettiği için, her ne kadar bilinen ve popüler bir film haline gelmeyecek olsa da bu çok iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Haliyle bu filmi sonrası yönetmenin sonraki filmlerinde nasıl bir şey ortaya koyacağı merak uyandırıyor. Bu filmi ile alacağı ödül ve geri dönüşlerle, bu sefer yeni filmi için bir on yıl daha bekleyeceğini ise hiç sanmıyorum.
Zavallılar filmine yorum yazdı:
Yorgos Lanthimos, Bella'yı bir yetişkine ait bedenin içinde küçük bir çocuk olarak önümüze koyuyor. Hikaye, ilk bakışta basit bir Frankenstein uyarlaması gibi görünse de, daha fazlası olduğunu Bella'ya hayat verenin aslında yine kendisi olduğunu anlamamızla oluyor. Bu durum karektere daha farklı bir gözle bakıp daha zengin bir değerlendirmeye olanak sağlıyor. Bella için aslında Dr.Godwin Baxter(Willem Dafoe)'in ustalık eseri denilebilir, eğer bir Frankenstein görmek istiyorsak ilk deneylere ait olduğu belli olan
ve ortalıkta dolaşan karma hayvancıklara bakmak yeterli, favori hayvanım kafası French bulldog olan tavuk, gerçi finaldeki general keçi de hiç fena değil.
Emma Stone, Bella rolünde küçük bir çocuğun sahip olabileceği gibi tutuk bir konuşma ve sarsak fiziksel bir kontrole sahip olarak karşımıza çıkıyor. Zaman içinde bu durumu üzerinden atıyor ve bir yetişkin gibi konuşup hareket edebilir hale geliyor ama bu süreçteki geçişlerin oldukça başarılı olduğunun özellikle altı çiz ... DevamıYorgos Lanthimos, Bella'yı bir yetişkine ait bedenin içinde küçük bir çocuk olarak önümüze koyuyor. Hikaye, ilk bakışta basit bir Frankenstein uyarlaması gibi görünse de, daha fazlası olduğunu Bella'ya hayat verenin aslında yine kendisi olduğunu anlamamızla oluyor. Bu durum karektere daha farklı bir gözle bakıp daha zengin bir değerlendirmeye olanak sağlıyor. Bella için aslında Dr.Godwin Baxter(Willem Dafoe)'in ustalık eseri denilebilir, eğer bir Frankenstein görmek istiyorsak ilk deneylere ait olduğu belli olan
ve ortalıkta dolaşan karma hayvancıklara bakmak yeterli, favori hayvanım kafası French bulldog olan tavuk, gerçi finaldeki general keçi de hiç fena değil.
Emma Stone, Bella rolünde küçük bir çocuğun sahip olabileceği gibi tutuk bir konuşma ve sarsak fiziksel bir kontrole sahip olarak karşımıza çıkıyor. Zaman içinde bu durumu üzerinden atıyor ve bir yetişkin gibi konuşup hareket edebilir hale geliyor ama bu süreçteki geçişlerin oldukça başarılı olduğunun özellikle altı çizilmeli; çocukça tepkilerle başlayıp, keşfetme, özgürlük ve muhakeme kabiliyetini kazanma süreci, Emma Stone'un başarılı performansı(role hazırlanırken Kemal Sunal'ın Hanzo filmini izlediğine dair şüphelerim var) sayesinde bir çocuğun büyümesine şahitlik etmemizi sağlıyor. Bu büyüme teknik anlamda filmin renklerinde de belli bir paralellik gösteriyor, hikayenin başındaki renksiz dünya Bella'nın büyümesi ve dahil olduğu maceralarla renklenmeye başlıyor. Teknik demişken, Lanthimos'un balık gözü sevdası "The Favourite"den sonra Poor Things'te de devam ediyor.
Lanthimos'un sinematografisine bakınca "Dogtooth" filmindeki çocukları hatırladım ve bu filmdeki Bella'nın sanki bir eskizi olduğunu düşündüm. Filmdeki bütün erkeklerin ortak noktası, başta ya da sonradan düşüncelerinin değiştiğini görsek bile Bella'yı sınırlamak, basit anlamda hapsetme eğiliminde olmalarını görmek yine Dogtooth filmindeki baba karakterinin davranış biçimini hatırlatıyor. Bella'nın bu tutuma karşı olan direnişi ise onu feministlerin çok seveceği süper bir frankenstein yapıyor.
Sonuç olarak Lanthimos, sonraki filmleri için heyecan duymaya devam edeceğimiz bir film yapmış.
Mükemmel Günler filmine yorum yazdı:
"...
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
..."
Her gün bir önceki günün benzeri rutin bir yaşantıya sahip olan tuvalet temizlikçisinin hayatı, ne kadar ilginç olabilir ve bu hikayeden ortaya nasıl bir film çıkabilir! Karşınızda Wim Wenders ve Perfect Days...
Hirayama'nın sade yaşantısı, kendisi için beklenmedik gelişmelerle birlikte hareketlenir. Beklenmedik bir misafir, çalışma düzenindeki değişiklik ve kendince kurduğu duygusal bağın sarsıldığını düşünmesi ile Hirayama'nın alışık olduğumuz tepkisiz sessiz karaterinin, duygusal geçişler yaşamasına şahit oluruz.
Hirayama, yaşadığı bu kırılma anlarına değin bir insandan daha çok Wenders'in "Der Himmel über Berlin"indeki meleklerden biri gibi diğer insanların içinde sessiz sakin hayatlarına olabildiğince dokunmadan geçip gidiyor.
İnsan, bir ağaç ile arkadaş olup, bir evsizi düzenli olarak selamlıyor ve hiç tanımadığı görmediği biri ile oyun oynarak iletişim kurabile ... Devamı"...
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
..."
Her gün bir önceki günün benzeri rutin bir yaşantıya sahip olan tuvalet temizlikçisinin hayatı, ne kadar ilginç olabilir ve bu hikayeden ortaya nasıl bir film çıkabilir! Karşınızda Wim Wenders ve Perfect Days...
Hirayama'nın sade yaşantısı, kendisi için beklenmedik gelişmelerle birlikte hareketlenir. Beklenmedik bir misafir, çalışma düzenindeki değişiklik ve kendince kurduğu duygusal bağın sarsıldığını düşünmesi ile Hirayama'nın alışık olduğumuz tepkisiz sessiz karaterinin, duygusal geçişler yaşamasına şahit oluruz.
Hirayama, yaşadığı bu kırılma anlarına değin bir insandan daha çok Wenders'in "Der Himmel über Berlin"indeki meleklerden biri gibi diğer insanların içinde sessiz sakin hayatlarına olabildiğince dokunmadan geçip gidiyor.
İnsan, bir ağaç ile arkadaş olup, bir evsizi düzenli olarak selamlıyor ve hiç tanımadığı görmediği biri ile oyun oynarak iletişim kurabilecek kadar ince ve duygusal olabiliyorken öte yandan kardeşi ve babasını görmek istemeye bile gerek duymayacak bir yaradılışa sahip olabiliyor. Sevdiğiniz ama görüşmediğiniz biri ile birbirinizden haberdar olmadan aynı filmleri izliyor belki benzer sahnelerde duygulanıyor ve onun nasıl hissettiğini düşünüyorsunuz ama bunu birbirinizle paylaşamıyor olduğunuzu bir düşünün.z.
Filmde en sevdiğim şeye gelince; Hirayama, gün sonunda uykuya dalınca gün içinde karşılaştığı ve onu etkileyen bir anı, sanki rüyasında hala onunla uğraştığını hissettiren iç içe geçmiş görsellerin üst üste bindirilmesiyle ortaya çıkan planları oldukça etkileyici buldum.
Ve arabada çalmak için seçilen kaset ve parçalar da filmin seyir zevkini arttıran detaylardan birisiydi. Güne başladığınızda yola çıkarken dinleme listenizden en sevdiğiniz şarkıları seçip kulaklıktan dinlemeye başlamak suratınıza yayılan tebessüm ile mükemmel bir güne başlarken şükretmek gibi...
Kızıl Gökyüzü filmine yorum yazdı:
" Eventide'da her gün sultanın kızı fuarı gezermiş
Çeşmenin yanında dolaşırmış beyaz suyun aktığı yerde
Eventide'da her gün genç köle çeşmenin yanında duruyordu beyaz suyun aktığı yerde
Her geçen gün yüzü daha da solgunlaşıyordu
Sonra bir akşam prenses ona yaklaştı ve onunla konuştu
adını bilmek istiyorum, vatanını ve kabileni
Köle dedi ki, benim adım Muhammed, Yemenliyim
benim kavmim Asra, sevdikleri zaman yok olanlar "
Bir Düşüşün Anatomisi filmine yorum yazdı:
Anatomy of a Fall, mahkeme salonunda geçen filmler listelerine en tepeden giriş yapacak türden bir film olmuş. Sandra, kocası Samuel ve görme engelli çocukları Daniel'in hayatı, Samuel'in çatıdan düşerek ölmesi ile alt üst olur. Bu ölümün bir kaza mı, cinayet mi, yoksa intihar mı olduğunun anlaşılması için başlatılan mahkeme süreci de aslında aileyi tanımamızı sağlıyor. Hikayenin aktarımı, seyircinin herşeyi bildiği bir anlatım yerine kısıtlı bir anlatım olunca, hikayenin sonuna dek seyredene şüphe ile yaklaşmaktan başka şans tanımıyor.
Film, özellikle mahkeme sürecinde delil olarak sunulan Sandra ve Samuel arasında geçen konuşmaların olduğu ses kayıtlarının dinletilmesiyle farklı bir hal alıyor. Sandra'nın eşini öldürüp öldürmediğini tespit etmeyi bir kenara bırakıp, ilişkileri sırasında eşine kötü davranıp davramadığına ya da intihar etmesine sebep olabilecek kadar kötü bir insan olup olmadığını sorgulamaya yönlendiriyor. Bir düşüşün anatomisinin peşindeyken, bir ilişkinin düşüşünü ... DevamıAnatomy of a Fall, mahkeme salonunda geçen filmler listelerine en tepeden giriş yapacak türden bir film olmuş. Sandra, kocası Samuel ve görme engelli çocukları Daniel'in hayatı, Samuel'in çatıdan düşerek ölmesi ile alt üst olur. Bu ölümün bir kaza mı, cinayet mi, yoksa intihar mı olduğunun anlaşılması için başlatılan mahkeme süreci de aslında aileyi tanımamızı sağlıyor. Hikayenin aktarımı, seyircinin herşeyi bildiği bir anlatım yerine kısıtlı bir anlatım olunca, hikayenin sonuna dek seyredene şüphe ile yaklaşmaktan başka şans tanımıyor.
Film, özellikle mahkeme sürecinde delil olarak sunulan Sandra ve Samuel arasında geçen konuşmaların olduğu ses kayıtlarının dinletilmesiyle farklı bir hal alıyor. Sandra'nın eşini öldürüp öldürmediğini tespit etmeyi bir kenara bırakıp, ilişkileri sırasında eşine kötü davranıp davramadığına ya da intihar etmesine sebep olabilecek kadar kötü bir insan olup olmadığını sorgulamaya yönlendiriyor. Bir düşüşün anatomisinin peşindeyken, bir ilişkinin düşüşünü incelemeye soyunuyor. Burada seyircinin alışkanlıkları gereği zaaflarını bilen yönetmen, özel hayata duyulan ilgiyi seyirciyi de yargılama sürecine dahil etmek için kullanıyor. Cevap aranan soru, mahkeme salonunda kadının suçlu mu suçsuz mu olduğuyken, kendimizi sunulan delillerle kadının ya da erkeğin ilişkinin seyrindeki kusurlarını değerlendirirken buluyoruz.
-------SURPRİZ BOZAN-----------
Filmin en sevdiğim sahnesi ise ifadesine başvurulan Daniel'in, babasının köpeklerini çok sevdiklerini ama bir gün ölebileceğini ve buna hazırlıklı olması gerektiğine dair anlattıklarını mahkemede paylaşması oldu. Bu sahne hikayenin seyri için oldukça kilit bir rol oynuyor, öyle ki duruşmanın seyrini netleştirdiği bile söylenebilir. Öncellikle çocuğun, anne ve babası tartışırken genellikle yanlarında olmadığını ve aslında bu anlamda ne sıkıntı yaşadıklarını bilmediğini söylediğini biliyoruz.
Daniel, görme engelli olduğundan algısının da farklı bir biçimde çalıştığını anlıyoruz. Sorumluluğunu üstlendiği köpeklerindeki değişikliği hatırlaması, mahkemede duydukları üzerine oluyor. Benzer bir deneyi tekrar ederek köpekleri üzerinden, annesinin mahkemede doğruyu söyleyip söylemediğini tespit etmeye çalışır kendince ve bunu mahkemede paylaşır. Anlattıkları kabul görmeyince babasının ona köpekleri ile ilgili anlattıkları daha anlamlı bir hale gelir ve bunu anlatmaya karar verir. Daniel, flashback görüntülere yer verilen bu sahnede, babasının kendisine anlattıklarını seslendirir (flashback görüntüde Daniel babasının dublajını yapmış gibidir) bu çocuğun anlattıklarının babanın ağzından çıkanları mahkeme salonundakilere olabildiğince gerçekçi bir şekilde ifade ettiğini hissettirir.
"Bir gün zamanı geldiğinde gitmesi gerektiği için gidecek. Ona yardım edemezsin kendini hazırla, zor olacak. Ama bu hayatının sonu olmayacak."
Daniel, belki de farkında olmadan yaptığın deneyle Snoop'u uyutup, Samuel olarak uyandırmışsındır. Belki de baban haklı çıkmış ve hayatının sonu olmamıştır.
Ennio Morricone, son yıllarında dünya turnesi kapsamında ülkemize de gelecekti. Konser rahatsızlığından dolayı iptal edildiği için gidememiştim.