11 yıl önce
Sürücü filmine yorum yazdı:
Bisikletli Çocuk filmine yorum yazdı:
Her ne kadar Rosetta ayarında olamasa da gayet iyi bir film olmuş.Rosetta'nın yeri ayrıdır çünkü komplike bir filmdir. Dardenne kardeşlerin tüm numaralarını Rosetta'da görebiliriz ve isimleri duyulduğunda da akla gelen ilk filmleri Rosetta sanırım ama Bisikletti Çocuğun da çok güçlü bir öyküsü var. Sinematografik olarak ise o kadar da güçlü değil. Çekim mekanları diğer filmlerindeki gibi öyküyü fazla desteklemiyor.Bisiklet metaforu, filmdeki erkeklerin sembolize ettiği erkil zayıf yapı ve tek başına çocuğun sistem içindeki uyuşmaz tavrı incelemeye değer. Filmin finalindeki adalet kavramının esnekliği gerçekten çok ince düşünülmüş bir sahneyle verilmiş. Final enfes!
Mavi En Sıcak Renktir filmine yorum yazdı:
Bakalım ne zaman izleyebilecez bu filmi. Bir hayli umutluyum yönetmeninden de oyuncularından da..
Torino Atı filmine yorum yazdı:
Tarr ciddi anlamda yeni bir sinema dili arıyor bu filmiyle. Son filme de böylesi bir etiket yakışır zaten. Belli aralıklarla tekrar tekrar izlenesi bir film Torino Atı. Sinematografiyi hikaye anlatımının önüne koyan biri olarak her bir saniyesinden de keyif aldığımı söylemem lazım. Zamanımızın 3 boyutlu aksiyon filmleri için sıkça söylenen görsel şölen tanımı asıl burada şekil buluyor. Sıkıldıkca herhangi bir sahnesini açıp izliyorum. Gerçekten çok başarılı.
Kaynak filmine yorum yazdı:
The Fountain: Farklı Yollardan Ölümsüzlüğü Aramak
Not: Aşağıdaki yazı, filmi tüm yönleriyle ele aldığından daha önce izlememiş olan okuyucular için keyif kaçırıcı bilgiler içermektedir. Filmi henüz izlememiş olanların yazıyı okuması tavsiye edilmez.
Aşkın sadece bir renk olduğu, insanın arayışlarını, özüne dair tutkularını ve ölümü işleyen, varoluşsal soruları da eksik etmeyen bir başyapıt The Fountain.
Filmin üç zamana yayılmış paralel kurgu tekniğiyle aktarılan öyküsünü derinlemesine incelemekte fayda var. Bol bol metaforun ve simgenin yer aldığı hikaye görsel olarak tek başına ayakta kalabiliyor mu ya da yeterince güçlü mü sadece orasına dair kuşkularım var. Bunun dışında yapılan işe bir bütün olarak bayıldım.
Geçmiş-şimdi-gelecek ekseninde ilerleyen kurgu son iki zaman diliminde kesin bir netlik eşliğinde birleşiyor. Bu ayrıntıya girmeden önce ikilinin(Tomas / Tommy / Tom Creo ve Queen/ Isabel / Izzi Creo) ilişkilerine dair bir incele ... DevamıThe Fountain: Farklı Yollardan Ölümsüzlüğü Aramak
Not: Aşağıdaki yazı, filmi tüm yönleriyle ele aldığından daha önce izlememiş olan okuyucular için keyif kaçırıcı bilgiler içermektedir. Filmi henüz izlememiş olanların yazıyı okuması tavsiye edilmez.
Aşkın sadece bir renk olduğu, insanın arayışlarını, özüne dair tutkularını ve ölümü işleyen, varoluşsal soruları da eksik etmeyen bir başyapıt The Fountain.
Filmin üç zamana yayılmış paralel kurgu tekniğiyle aktarılan öyküsünü derinlemesine incelemekte fayda var. Bol bol metaforun ve simgenin yer aldığı hikaye görsel olarak tek başına ayakta kalabiliyor mu ya da yeterince güçlü mü sadece orasına dair kuşkularım var. Bunun dışında yapılan işe bir bütün olarak bayıldım.
Geçmiş-şimdi-gelecek ekseninde ilerleyen kurgu son iki zaman diliminde kesin bir netlik eşliğinde birleşiyor. Bu ayrıntıya girmeden önce ikilinin(Tomas / Tommy / Tom Creo ve Queen/ Isabel / Izzi Creo) ilişkilerine dair bir incelemeye girmekte fayda var. Bu ikiliden bilge olan taraf kadın. Isabel bu bilgeliğe sanki ikinci evrede sahip oluyormuş gibi görünse de verdiği kararlarla(Tomas'ın Engizisyon baş rahibini öldürmemesini sağlaması) zaten buna sahip olduğunu, ikinci evrede yaşadığı aydınlanmanın ise üstbilince ulaşması sonucu gerçekleştiğini görüyoruz. Buna sebep olarak da kadının ölümü kabul edişini, bunun "tedavi edilmesi gereken bir hastalık" olmadığını, aksine bir başlangıç olduğunu kavramasıyla gerçekleştiğini görüyoruz. Film boyunca Isabel'in ağzından dökülen "Finish It"(bitir artık) vurgusu da kitabının son bölümü için değil(aslında bir metafor olarak ona da vurgu var), adamın bu ölümsüzlük tutkusuna bir son vermesi, ölümü reddetmemesi gerekliliğine bir göndermedir.
Tomas için ise üstbilince(aydınlanma) ulaşma evresi daha sancılı ve daha çok zamana mal olacaktır. Conquistador olarak Maya topraklarında "Life Of Tree" ye ulaştığı ilk bölümde, kendisinin ve doğal olarak Kraliçe'sinin henüz ulaşamadığı derinlik sonucu, sonsuz hayat vermesi gereken ağaç tarafından ironik bir şekilde dönüşüme uğrar ve doğaya karışıp yok olur. Kafkavari bu dönüşüm genel kanının aksine bence görkemli şekilde görselleştirilmiş. Günümüz zamanında ise rasyonel bir biçimde ölümsüzlüğü arayan Tommy buna bu seferde eşinin ölümüyle bir kez daha ulaşamaz. Bu noktada yüzüğün sembolize ettiği değerlere de bakmakta fayda var. Yüzük metası dolaylı yoldan ölümsüzlüğe ulaşmanın bir yolu olarak belirtiliyor yönetmen tarafından. yüzük, evliliği ve bağlanmayı sembolize ettiğinden film boyunca kadının parmağından yüzük hiç çıkmaz. Ölümü kabullenmiş olan kadındır ve bunun tam zıt tarafında ironik biçimde adam yüzük yerine o parmağına yüzüğün bir gölgesini(dövme) çizer. Tommy üçüncü evrede de ölümü reddeder ve zamanın ve mekanın olmadığı bir gelecekte -bence- karısının ruhunun yaşadığına inandığı ağacı yaşatmaya, bu yolla ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışmaktadır yine. İkinci evrede karısının ölümüyle ve "ölüm bir hastalıktır" laflarının ardından geçilen üçünce evre, öncesinin(ikinci evre) kesin bir devamıdır. İkinci zaman diliminde, yüzük parmağına çizdiği dövmenin, nasılda tüm kolunu çepeçevre sardığını ve bunun ölümsüzlük ve karısına hayatını geri verme yolunda ayinsel bir ritüel olduğunu fark ederiz. Fakat bir kez daha Tom Creo başaramamış, sevdiği kadını incitmemek için ağaçtan kopardığı küçük parçaları yiyerek ölümsüzlüğe ulaşma amacı ters tepmiştir. Ağaç ölmeye başlamış ve işte tam da bu noktada Tom Creo üstbilince kavuşmuştur. Artık ölümü o da kabullenmiş ve bin yıllarca reddettiği yüzüğünü(ölümü) parmağına geçirmiştir. Bu noktada ilk önce ikinci evrede ki Isabel'i, ikinci evrede ki haliyle görürüz(kıyafeti aynıdır. Eğer dikkatli izlerseniz üçüncü evrende Izzi Creo'nun o zamana özgü bir bedeni olmadığı, bedenüstü varolduğunu göreceksiniz) ve bir kez daha haykırır: "Finish It" Burada artık Tom Creo tüm hayatını gözden geçirir. Hatta kraliçesiyle bile yüzleşir ve artık hayatına son verir(finishing) İkinci evrede, boş sayfalarına baktığı Izzi'nin kitabını sonlandırır, çünkü artık o da aydınlanmıştır.
Uzayda küre şeklinde dolaştığı mekanından kopar ve sevgilisiyle beraber sonsuzluğa veyahut ölüme(kendimle çelişmemek için ölüm diyorum) gider. Ölümün bir hastalık veyahut son olmadığına kanaat getiren Tom kendisiyle barışıyor bu bölümde ve asıl aydınlanmayı da bu noktadan sonra yaşıyor. Kadının bunu nasıl erkekten daha önce gerçekleştirdiği sorusuna ise net bir cevabım yok. Büyük ihtimalle erkeğin sınır tanımaz yıkıcılıktaki tutkularının, onu ruhsal olarak kör ettiğini ve daha derin bir arınmadan sonra bunu aşabildiğini söyleyebiliriz. Bu konuda kadın daha arınmış ve bilinçli bir bilgi düzeyine sahip. Erkek gibi tek boyutlu değil yani. Isabel, kendisini ölüme götürecek olan tümörünü yok etmek için uğraşmak yerin onun ötesini görebiliyor. Tommy için ise tek yol tümörün yok olması. Erkeğin bu sığlığını ilk evrede Tomas'ın Engizisyon baş rahibini öldürmek istemesiyle de açıklayabiliriz. Keza orada da ikinci bir yolu kraliçe sunar.
Daha filmle ilgili bir ton teolojik saptama da rahatlıkla yapılabilir. Ben kendimce dayanaksız birçok şey gördüm ama sallamak istemiyorum burada. En kısa zamanda mutlaka bir kez daha izleyeceğim.
Bir de soundtrack'i öyle böyle değil. Tek atımlık bir Requiem For a Dream değil kesinlikle.
Haftasonu filmine yorum yazdı:
Filmde biraz Before Sunrise havası yok değil. Genelde ikili diyaloglar şeklinde geçiyor film. Yönetmen, bir gay çiftin günlük, sıradan hayatını anlatmak istediğini belirtmişti. Bunu da başarmış aslında. İkilinin bence acıklı sayılmayacak sıradan bir ilişkisi var. Bu yönüyle, yönetmenin bu bilinçli tercihini filmin birçok yerinde görüyoruz. Özellikle finaldeki sahne başka bir yönetmenin elinde çok daha ajitasyon içerikli çekilebilirdi.
Ben beğendim filmi. Bazı izleyicileri rahatsız etmesi muhtemel birkaç sahne var ama kişinin kendisiyle alakalı biraz da bu. Temelde aslında son derece doğal, günlük ve sıradan şeylerin gösterildiği ama sinematografik olarak gayet tatmin edici bir film Weekend.
Derin Kırmızı filmine yorum yazdı:
Bu filmle de artık iyice netleştiki Argento babanın en büyük tutkusu görüntülerle korkutmak. onun hikaye yada senaryoyla hiç işi yok; kaldı ki kendi yazdığı senaryolar içinde bir tek Inferno sağlam bir film olarak karşımıza çıkıyor. Yani bu adam stilize ölüm sahneleri çekmeye bayılıyor ve tüm enerjisini buraya aktarıyor. Profondo Rosso'da da durum aynı. Cinayet sahnlerinin hemen hemen hepsi birden fazla açıyla ve uzunca süreleriyle çekilmiş. Argento buraları allayıp pullamış. Çok da iyi yapmış çünkü filmden aldığımız zevk tam da burada. Yoksa öykü filan çok tırt. Allahtan senaryonun büyük kısmını Bernardino Zapponi yazmış da adama benzemiş biraz. Dediğim gibi öykü çok tırt ama senaryo bu tür Giallo'lar için gayet sağlam ve tutarlı. Suspria'daki gibi ara ara filmden kopmuyoruz burada.
Filmin konusu ise kısaca italyada piyano öğretmenliği yapan Amerikalı Marcus Daly (ki kendisini David Hemmings canlandırır) bir akşam evine doğru giderken uzaktan gördüğü evin birinde vahşi bir cinayete ... DevamıBu filmle de artık iyice netleştiki Argento babanın en büyük tutkusu görüntülerle korkutmak. onun hikaye yada senaryoyla hiç işi yok; kaldı ki kendi yazdığı senaryolar içinde bir tek Inferno sağlam bir film olarak karşımıza çıkıyor. Yani bu adam stilize ölüm sahneleri çekmeye bayılıyor ve tüm enerjisini buraya aktarıyor. Profondo Rosso'da da durum aynı. Cinayet sahnlerinin hemen hemen hepsi birden fazla açıyla ve uzunca süreleriyle çekilmiş. Argento buraları allayıp pullamış. Çok da iyi yapmış çünkü filmden aldığımız zevk tam da burada. Yoksa öykü filan çok tırt. Allahtan senaryonun büyük kısmını Bernardino Zapponi yazmış da adama benzemiş biraz. Dediğim gibi öykü çok tırt ama senaryo bu tür Giallo'lar için gayet sağlam ve tutarlı. Suspria'daki gibi ara ara filmden kopmuyoruz burada.
Filmin konusu ise kısaca italyada piyano öğretmenliği yapan Amerikalı Marcus Daly (ki kendisini David Hemmings canlandırır) bir akşam evine doğru giderken uzaktan gördüğü evin birinde vahşi bir cinayete tanık olur ve bu cinayetin tek tanığı komuna gelir. Bundan sonra Daly bu olayı çözmeği takıntı haline getirir. Katilin de yeni hedefi Daly olur. Bu noktada sonra konu bildiğimiz formatta ilerliyor. Bu tür korku filmlerinde oyunculuklar çok önemli değildir. Genel olarak iyi kurulmuş atmosfer, sağlam cinayet ve korku sahneleri ve atmosferi destekleyen müzikler yeterli olur. Burada hepsi mevcut ama özellikle stilize cinayet sahneleri ve Goblin imzalı, sahneleri başlatan ve bitiren müthiş müzikler filmin ana resmini özetliyor. Müzikler Suspria'dan 3-4 gömlek üstün. Adeta (Suspria'nın müziklerine de bayılırım ) kendi başına şov yapıyor ve Argento'nun cinayet sahneleri daha bi görkemli oluyor böylece.
Filmin finali ise genel kanıya göre bence gayet iyidir. Adamı ters köşeye yatırmaz ama gerçekten korkutur. Şaşırırız ama asıl tepkimiz korkmak olur ki Argento burada da objeleri kullanarak izleyiciyi korkutur. Zaten bütün filmlerinde bunu yapar.
Argento sineması kendine has saf bir sinema değildir ama De Palma misali o da her işi kendi potasında eritir ve her nasılsa farklı olmayı başarır. Şu an için en beğendiğim filmi Tenebre'den sonra ikinci sıraya Profondo Rosso yerleşti. Türü sevenler için keşfedilmesi elzem bir film.
Vahşi Zarafet filmine yorum yazdı:
Film, izlemeye başladıktan 1 saat sonra bile sanki hala aynı yerde sayıyormuş gibi olması beni bıktırdı biraz. Konu da aslında çok kısır bir döngü içerisinde ilerliyor. Moore'u beğensemde burada harbi yer yer abartmış işi. Yani çok oynamış, çok göze battı oynu bence, ki filminde Moore'a ihtiyacı var. Aslında belli bir noktaya kadar da taşıyor filmi ama dediğim gibi filmin her tarafı birbirine benziyor. Ayrıca 100 dakikalık süresi boyunca sürekli aynı karakterleri görmek (ama arada Belen Rueda'yı görmek de çok hoştu doğrusu ) ağır temposu sebebiyle yorucuydu biraz.
İyi tarafları da yok değil tabiki. Filmde gösterilen farklı dönemler gayet şık ve abartısızdı. Doğal çekimler, otantik mekanlar ve büyük şehirler güzel yansıtılmış. Oyunculuklar da ağır tempolu ama fena değildi genel olarak. Final ise filmin temposuna ve atmosferine uyan, yakışan hoş bir sahneydi.
Filmdeki cinsellik ise beni pek rahatsız etmedi. Çevremden duyduklarımdan heralde beklentim daha büyüktü bu konuda. Tabi bir d ... DevamıFilm, izlemeye başladıktan 1 saat sonra bile sanki hala aynı yerde sayıyormuş gibi olması beni bıktırdı biraz. Konu da aslında çok kısır bir döngü içerisinde ilerliyor. Moore'u beğensemde burada harbi yer yer abartmış işi. Yani çok oynamış, çok göze battı oynu bence, ki filminde Moore'a ihtiyacı var. Aslında belli bir noktaya kadar da taşıyor filmi ama dediğim gibi filmin her tarafı birbirine benziyor. Ayrıca 100 dakikalık süresi boyunca sürekli aynı karakterleri görmek (ama arada Belen Rueda'yı görmek de çok hoştu doğrusu ) ağır temposu sebebiyle yorucuydu biraz.
İyi tarafları da yok değil tabiki. Filmde gösterilen farklı dönemler gayet şık ve abartısızdı. Doğal çekimler, otantik mekanlar ve büyük şehirler güzel yansıtılmış. Oyunculuklar da ağır tempolu ama fena değildi genel olarak. Final ise filmin temposuna ve atmosferine uyan, yakışan hoş bir sahneydi.
Filmdeki cinsellik ise beni pek rahatsız etmedi. Çevremden duyduklarımdan heralde beklentim daha büyüktü bu konuda. Tabi bir de filmin tamamında değil ama bir kısmında ensest bir olayı da içermesi bazı izleyicilere ters gelebilir ama konu bütünlüğü içerisinde yönetmenin buralarda saçmalamadığı kanaatindeyim. Bu bakımdan filmi tavsiye edemiyorum sizlere ama bunun dışında kalan kısımları için film kendi seyircisine hitap ediyor biraz. Bu atmosferi, tempoyu ve Moore dışında kalan diğer kadronun durgun oyunculuğunu (ki Moore'da zaman zaman çok durgundu) kaldırabilirseniz hayli hayli sevebilirsiniz. Tabi sade ve güzel çekimler de cabası.
Dişi Kartal filmine yorum yazdı:
Amerikan sinemasının en çok göz ardı ettiği yönetmen Nicholas Ray’in bence en büyük işi. Rebel Without A Cause’a da tapan biri olarak Johnny Guitar’ın yeri bambaşka.
Hollywood’un yıllarca erkekliğin adeta bir sembolü olarak kullandığı Western türünün en özgün, en cesur, en kendine has filmlerinden ve tabiki sinema tarihinin en büyük filmlerinden de biri. Ray hep göz ardı edildi dedik(avrupada taparlar kendisine) doğal olarak bu büyük başyapıtı da yerin dibine sokuldu yıllarca. Değerini ise avrupalılar(özellikle yeni dalgacılar) bildi.
Filmin ismi Johnny Guitar olsa da film iki kadın karakterin filmi. Birbirine taban tabana zıt bu ikiliden Vienna kadınlığını yaşamış, bunu reddetmeyen ama bulunduğu durumda erkek gibi davranmak zorunda kalmış(erkek gibi silah kullanmak, erkek gibi giyinmek ve konuşmak gibi) bunun yanısıra artık bir şeylerin sahibi olmak isteyen, bunun içinde kasabada bir salon açan(inanılmaz görkemli bir salon bu) Emma’nın tam tersi bir karakter. Emma ise yıllarca kadı ... DevamıAmerikan sinemasının en çok göz ardı ettiği yönetmen Nicholas Ray’in bence en büyük işi. Rebel Without A Cause’a da tapan biri olarak Johnny Guitar’ın yeri bambaşka.
Hollywood’un yıllarca erkekliğin adeta bir sembolü olarak kullandığı Western türünün en özgün, en cesur, en kendine has filmlerinden ve tabiki sinema tarihinin en büyük filmlerinden de biri. Ray hep göz ardı edildi dedik(avrupada taparlar kendisine) doğal olarak bu büyük başyapıtı da yerin dibine sokuldu yıllarca. Değerini ise avrupalılar(özellikle yeni dalgacılar) bildi.
Filmin ismi Johnny Guitar olsa da film iki kadın karakterin filmi. Birbirine taban tabana zıt bu ikiliden Vienna kadınlığını yaşamış, bunu reddetmeyen ama bulunduğu durumda erkek gibi davranmak zorunda kalmış(erkek gibi silah kullanmak, erkek gibi giyinmek ve konuşmak gibi) bunun yanısıra artık bir şeylerin sahibi olmak isteyen, bunun içinde kasabada bir salon açan(inanılmaz görkemli bir salon bu) Emma’nın tam tersi bir karakter. Emma ise yıllarca kadınlığını ve cinselliğini bastırmış; doğal olarak Vienna gibi bir kadın karşısında bunun acısını çeken ve sırf bu yüzden sevdiği adamı(Dancin’ Kid) bile göz ardı edecek şekilde erkekçe büyümüş diğer bi karakter. Bu ikilinin ortak özellikleri erkeklerin dünyasında erkek kalmak zorunda olmaları.
Johnny Guitar’ın, Ray’in entellektüelliğinden nasibini aldığı kesin ama filmi asıl tanımlayacak olan kelime romantizm olmalı. Sinemada gerçeğini çok az gördüğümüz cinsten bir romantizm bu. Kamera Joan Crawford’un yüzüne zoomlandığı her an açığa çıkan bir romantizm. Film genelde iç mekan çekimleri eşliğinde geçiyor ve Ray bunu çok iyi yapıyor. Özellikle ilk 30 dakika eşine az raslanacak cinsten kotarılmış.
Filmin feminist yapısı ise en çok dikkat çeken kısmı, keza bir western filminde fahişeden, sevgiliden yada anneden öteye gidememiş kadınların belkide yüzakı olabilecek cesarette işlenen bir kadın Vienna, ve bunu derinleştiren ekürisi Emma. Benim için sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri olan Ray’in bu büyük cesaretle yönetilmiş, her sahnesi sinema kokan filmini Truffaut şöyle özetliyor:
"Bu film, Western’ün Güzel ile Canavar’ı. Bu alışılmamış filmde, kovboylar bir balet zerafeti ile düşüyor ve ölüyorlar. Bir sahte Western bu ama entellektüel bir western değil. Düş gibi görülmüş, olabildiğince gerçekdışı ve coşkulu bir film."
Deccal filmine yorum yazdı:
Hırs yapıp bir kez daha izledim ve bu sefer ciddi ciddi rahatsız oldum filmin birçok yerinden. Trier, görünen o ki Femicide olayını kadınlık üzerinden doğal bir ritüel olarak benimsemiş biri. Bunun ateşli bir savunucusu görünümünde olmasa bile kadınlar için böyle bir sonun kaçınılmaz olduğunu, çünkü kadınlık özelliklerinin sadece karşısındaki erkeği ayartmak ve şeytansı olmak olmak üzerine kurmuş. Efendi köle olayında ise bu durum iyice yüzeye çıkıyor. Köle olan kadın efendisi tarafından kurtarılmak isteniyor. Keza kadın kurtarılmaya mahkum bir yaratık, ama efendi ne kadar uğraşırsa uğraşsın köle ya olduğu noktada sayıyor ya da efendi olmayı başarıp eski efendiyi köle yapıyor. Bu noktada oluşan her iki durumda efendi için sakıncalı. Efendi, söylediğim ilk duruma bir noktaya kadar tahammül edebilir ama kendi hiyerarşik yeri sallandı mı o vakit kölesinin yok edilmesi gerekir. Buradan film boyunca Trier’in çıkardığı sonuç ise köle olan kadının hiçbir zaman kölelikten sıyrılamayacağı veyah ... DevamıHırs yapıp bir kez daha izledim ve bu sefer ciddi ciddi rahatsız oldum filmin birçok yerinden. Trier, görünen o ki Femicide olayını kadınlık üzerinden doğal bir ritüel olarak benimsemiş biri. Bunun ateşli bir savunucusu görünümünde olmasa bile kadınlar için böyle bir sonun kaçınılmaz olduğunu, çünkü kadınlık özelliklerinin sadece karşısındaki erkeği ayartmak ve şeytansı olmak olmak üzerine kurmuş. Efendi köle olayında ise bu durum iyice yüzeye çıkıyor. Köle olan kadın efendisi tarafından kurtarılmak isteniyor. Keza kadın kurtarılmaya mahkum bir yaratık, ama efendi ne kadar uğraşırsa uğraşsın köle ya olduğu noktada sayıyor ya da efendi olmayı başarıp eski efendiyi köle yapıyor. Bu noktada oluşan her iki durumda efendi için sakıncalı. Efendi, söylediğim ilk duruma bir noktaya kadar tahammül edebilir ama kendi hiyerarşik yeri sallandı mı o vakit kölesinin yok edilmesi gerekir. Buradan film boyunca Trier’in çıkardığı sonuç ise köle olan kadının hiçbir zaman kölelikten sıyrılamayacağı veyahut sıyrılsa bile sonucun efendi için bir yıkım olacağını var sayması. Bu noktada köle yok edilmeli. Aslında Trier olayları benim dediğim açıklıkta işlese bir noktaya kadar yine saygı gösteririm ama o köleye karşı takınılan tutumu efendiyle değil de insan doğasının kendisiyle açıklama saçmalığına giriyor. Yani diyor ki "kadın doğası böyledir, burada efendi ne kadar uğraşırsa uğraşsın şeytani olan yola gelmeyecek, çünkü kadın olmaktan gelen bir ton defosu var. Onun için en iyi yol yok edilmesidir." Gerçekten herhangi bir sosyolojik açıklamayla anlatılmayacak bir olay bu. İnsanlığın başından beri süre gelen bir olaydan bahsediyoruz.
Filmimize tekrardan dönersek ilk yarı itibariyle Trier’in tutumu muğlak. Birçok kez kadının tarafını tutuyormuş hissi bile doğuyor ama ne zaman işin içine kutsanmış çocuk giriyor o zaman erkek, kadının kurtarılamayacağını anlıyor. Çocuğun ayak kemiğindeki deformasyonlar ve son sahnede ölüme giden çocuğu gören ama buna kayıtsız kalan kadının her şeyden sorumlu olduğunu görüyoruz. kölenin kurtarılamayacağını anlayan erkek ise artık ipleri eline alıyor ve kadını kurban ediyor. Burada efendinin fiziksel olarak zarar gördüğünü de unutmamak gerek. Kurban edilmeden önce de kadın tarafından gelen(kadın tarafından istenilen) öğretilmiş bir cezalandırma işlevi var. Hemen hemen her sevişme sahnesinde kadın erkekten ona vurmasını, bir nevi cezalandırılmayı istiyor, çünkü Trier’e göre kadın bunu hak ediyor. Burada bunu sanki, bu benim kendi görüşüm değil, kadının doğasında bu var demeye getirmesi küstahça gerçekten.
Final ise genele uygun şekilde yapılmış. kadını öldüren erkek doğaya sığınıp mükemmel bir biçimde uyum sağlıyor. Kendine bir kol değneği yapıyor ve doğanın ona sunduğu yiyecekleri yiyor. Şeytanlığın değil de rasyonalitenin galip gelmesi ise zaten Trier’in tavrını ortaya koyuyor. Şeytani olan bir kez daha yok edilmiş oluyor. Aslında Trier film boyunca bunları adam gibi, taraf tutmadan anlatsa kimsenin bu yönde bir eleştirisi olmaz sanırım. Ama kadını hedef ve sorumlu, erkeği ise sorun çözücü ve rasyonel göstermesi; bu bölümlerde hristiyan teolojinin kadın tarafından şeytana tapma olarak betimlenmesi gerçekten erkeğe karşı bir pozitif ayrımcılığa gittiğini gösteriyor Trier’in.
Lars Von Trier’in en büyük hatası ise bu düşüncelerinin antitez’ini oluşturamıyor olması. Her düşüncesi, her hamlesi tek boyutlu. Kadın tek boyutlu, erkek tek boyutlu, efendi-köle diyalektiği tek boyutlu. Bu noktada belki teoloji üzerinden derin bir okumaya gidebiliriz ama bütünün üstüne araştırmacı bir doküman göremiyorum ben.
Tek kelimeyle şık bir film.