11 yıl önce
Twentynine Palms filmine yorum yazdı:
Komşum Totoro filmine yorum yazdı:
Ah ah niye bunları bizlere çocukken izletmiyorlar. Miyazaki usta bağıra çağıra söylüyor zaten; ben filmlerimi çocuklar için yapıyorum diye.
Günün birinde bir sinematek açarsam cumartesi sabahını çocuklara ayıracam. Miyazakilerle ve diğer uzakdoğulu ustalarla dolduracam beyazperdeyi.
Oharu'nun Hayatı filmine yorum yazdı:
Mizoguchi'nin kız kardeşi de zamanında geyşa olarak satılmış bir aileye. Kendisinin filmlerinde bu olayın etkisi çok büyüktür. Henüz izlemek kısmet olmadı ama sağ olsun Criterion Collection güzel bir baskısını çıkardı da restore edilmiş şekilde ve yüksek çözünürlükleizleyebilecez artık. Ugetsu ve Lady Oyu favorilerimdendir. Sansho Dayu da çok kalitelidir ama bunu gerçekten çok merak ediyorum.
12 Yıllık Esaret filmine yorum yazdı:
İlk fragman'ı düşmüş nete. Umarım bu da filmin aslını göstermeyen yanıltıcı fragmanlardandır çünkü Mcqueen'in ilk iki filmiyle çok örtüşmüyor gibi geldi bana izlediklerim. Sıradan bir köleliğe baş kaldıran siyahi bir adamın hikayesi gibi görünüyor şimdilik. Son dönem, dram ağırlıklı film çeken Spielberg sanki. Gerçi Drive'ın da filmle hiçbir ilgisi olmayan bir trailer'ı vardı zamanında. Gören soluksuz bir aksiyon filmi olduğunu sanırdı.
Neyse Mcqueen'e güvenim tam ama hafiften tırsmıyor da değilim.
Yüzyüze filmine yorum yazdı:
Ansikte mot ansikte: Bergman'ın Hayatından Yanılsamalar.
Ingmar Bergman sinemasının kalıpları ve iç dinamikleri belli olsa da O'nun sinemasal gücü her -izlediğimiz- yeni filminde kısmen bir yenilik vaat ediyor. Skammen'de(Shame) sorumluluk alarak, biraz da Amerika'nın Vietnam'a müdahalesi sonucu, antimilitarist tutumunu, o psikolojilerini bozmayı çok sevdiği karakterleri üzerinden vermişti. Filmin başlarında entellektüel çiftimiz her şeyden(savaştan) uzak kalabileceklerini düşündükleri sevgili Farö Adalarına kaçmış ama savaş onların da peşini bırakmayarak filmin sonunda her ikisine de büyük dönüşümler yaşatmıştı. Uysal, korkak ve zayıf virtiöz Jan tam bir vahşi ve sadece hayatta kalmayı düşünen bencil bir birey olurken; ondan çok daha güçlü ve kararlı eşi Eva kendi kabuğuna çekilerek pasif bir görüntü almıştı. Bunların hepsini savaşı merkeze alarak yapmıştı Bergman. Bu onun için yeni bir şeydi. Bir yıl sonra çektiği En Passion'da(The Passion of ... DevamıAnsikte mot ansikte: Bergman'ın Hayatından Yanılsamalar.
Ingmar Bergman sinemasının kalıpları ve iç dinamikleri belli olsa da O'nun sinemasal gücü her -izlediğimiz- yeni filminde kısmen bir yenilik vaat ediyor. Skammen'de(Shame) sorumluluk alarak, biraz da Amerika'nın Vietnam'a müdahalesi sonucu, antimilitarist tutumunu, o psikolojilerini bozmayı çok sevdiği karakterleri üzerinden vermişti. Filmin başlarında entellektüel çiftimiz her şeyden(savaştan) uzak kalabileceklerini düşündükleri sevgili Farö Adalarına kaçmış ama savaş onların da peşini bırakmayarak filmin sonunda her ikisine de büyük dönüşümler yaşatmıştı. Uysal, korkak ve zayıf virtiöz Jan tam bir vahşi ve sadece hayatta kalmayı düşünen bencil bir birey olurken; ondan çok daha güçlü ve kararlı eşi Eva kendi kabuğuna çekilerek pasif bir görüntü almıştı. Bunların hepsini savaşı merkeze alarak yapmıştı Bergman. Bu onun için yeni bir şeydi. Bir yıl sonra çektiği En Passion'da(The Passion of Anna) ise deneyciliğin ve doğaçlamalarının doruklarında gezindi. Daha önceki filmlerinde gördüğümüz rüya sahnelerine pek benzemeyen Tarkovskivari sahneleri, fazla hareketli kamerası, ve daha önemlisi belli aralıklarla filmi bölerek, dört ana oyuncusuna canlandırdıkları karakterleri çözümlemelerini istediği bölümler hiç onun işi gibi görünmüyordu. Persona, Tystnaden ve Wild Strawberries kadar ön plan çıkarılmayan Ansikte Mot Ansikte'de(Face to Face) bu tavır söz konusu.
Önceki filmlerinde de rastladığımız, Bergman'ın kendi otobiyografik bazı öğeleri burada daha da içselleştirilerek Jenny karakteriyle hayat bulmuş sanki. 1987 yılında yazdığı, hayatını, filmlerini ve sinemayı anlattığı kitabı Laterna Magica'yı(Büyülü Fener) okuyanlar yada kısaca Ingmar Bergman'ın aile hayatına dair bir şeyler okumuş insanlar bu kanıya rahatlıkla varabilir. Jenny'nin(Liv Ullmann) film boyunca yaşadığı sorunları, annesi, babası ve büyükannesiyle ilgili problemleri, ve bunların sonucunda onun her şeyden soyutlanmış olarak tek başına kalakalması Bergman'ın normal kişisel hayatının filme uzantısı aslında. Film süresince görürüz ki Jenny'nin her ilişkisi onun yetersiz ve soğuk olduğu konusunda hemfikirdir. Jenny kabul etmese bile kocasıyla ilişkileri bitme noktasına gelmiş ve genel anlamda erkeklerle bir sorunu vardır. Daha mühim olanı hastası Maria'yla filmin başlarında geçen ikili diyaloglarıdır. Hastasını kendini tatmin etmeye çalışırken bulan Jenny ona soğuk bir şekilde "Rol yaptığını ikimiz de biliyoruz" der. Bunun sonrasında Maria biraz doğrulup Jenny'nin yüzüne dokunmaya başlar. Amacı onu tanımaktır ve sonunda kendince acı gerçeği keşfeder. Jenny'de aynı onun gibidir. O da hem cinsel hayatında hem de çevresiyle olan ilişkilerinde bastırılmışlığını gizlemeye çalışır. Zaten sonunda elini Jenny'nin yüzünden çeken kız son sözü söyler: "Zavallı Jenny." Bu bölümde Maria'nın yerine Jenny'yi oturtmak son derece olası. Eküri misali birbirlerini tamamlayabiliyor bu ikili.
Tatile çıkmış yada belirsiz sebeplerden dolayı hastahaneden kısa sürelerle ayrılmak durumunda kalmış doktorların yerine geçip hayatını kazanan Jenny'nin, kızıyla da ilişkileri onun kendince hisettiği yetersizliğinin başka bir kanıtı. Ailesi tarafından türlü cezalar ve hakaretler sonucu kimliği paramparça olan bu kadının kızıyla ilişkileri şiddet boyutunda olmasa bile kendi ailesinde yaşadığı iletişimsizliğin bir uzantısı. Küçük kızıyla yaşadığı bu iletişimsizlik ortamı ona yabancı değil çünkü kendi ailesinden böyle görmüş ve aynısını kızı için de uygulamış.
Jenny'nin yaşayacağı uyarılma safhasını tetikleyecek olan kişi, çalıştığı hastanedeki profesör arkadaşının eşinin vereceği bir partiye katılması sonucu orada tanışacağı doktor Tomas Jacobi olacaktır. Bu, çapkın olarak tanımlayacağımız kişi ilk önce Jenny'yi sadece cinsel olarak elde etme arayışına girecek, sonrasında ise onun arızalı duygu dünyasının bir parçası olacaktır. Aslında Tomas'tan önce Jenny'nin bazı şeylerin farkına varmasını sağlayacak olan tetikleyici unsur maruz kaldığı ilginç tecavüz girişimidir. Kocasının Amerika'daki işleri sebebiyle Jenny bir ay boyunca büyükannesi ve büyükbabasıyla kalmaya karar verir. Bu onun için zaten yeterince zorken aldığı cevapsız bir aramayla irkilir ve doğruca, kocası gelince taşınmayı planladıkları yeni evlerine koşar. Evde tanımadığı iki kişiyi ve Maria'yı yerde yatarken bulur. Ekranı bir duvarla ikiye ayıran Bergman sağa tarafa Maria'nın yerde hareketsiz yatan vücudunu, sol tarafa ise Jenny'ye karşı yapılacak olan tecavüz sahnesini koyar. Enfes iki ayrı planla kotarılan bu sahne sinematografik olarakta Sven Nykvist'in başarısını belgeler. Tecavüzden kıl payı kurtulan Jenny kendini kasmış ve bunun sonucunda tecavüzcü işini görememiştir. Bu sahnenin ardından Tomas'ın evine giden ve burada uyumak istediğini belirten Jenny'nin ilk histeri krizine tanık oluruz. Tecavüz girişiminden ilk başta korktuğunu ama sonradan bunu istediğini itiraf eden Jenny, istemeden de olsa kasılması sebebiyle bunun gerçekleşmediğini söyler. Buna anlam veremeyen Jenny önce gülmeye sonra ağır bir ilk krize doğru sürüklenir. Artık bir şeyleri hissetmeye başlayan kadın için bu bir başlangıçtır. Yaşadığı tecavüz girişimi ve gördüğü kabuslarla başa çıkamayan Jenny intihar teşebbüsünde bulunur ve bunun sonucunda hastane odasında kendi hayal dünyasında kaybolur. Bu, ailesiyle hesaplaşması için bir fırsattır. Anne babası, kızlarından kaçarlarken yüzüne çarpan kapıyla şoka uğrayan Jenny onların arkasından yalvarmaya ve özür dilemeye başlar. Ailesiyle yüzleşmesini beklerken onlara, geri dönmeleri için yalvarmaya başlayan Jenny bizi şaşırtırsa da kapı tekrar açılır ve anne babası içeri girer. Burada yine ters psikolojiyle Jenny ailesine lanet okumaya başlar ve adeta bir kişisel tatmin yaşar. Kısmen rahatlamştır.
Gözlerini açışında ise bir yüzleşme de kocasıyla yaşayacaktır. Jenny'yi nazik biçimde reddeden eşi hayatından tamamen çıkar. Bu yüzleşmeden önce kısa bir uyanış yaşayıp tekrardan hayaller alemine dalan Jenny hastaları tarafından da sürülür ve dışlanır. Onun rüyalarında da, gerçek hayatında da benzerlikler ilk göze çarpan olay. Kabuslarında önce ailesi tarafından göz ardı edilecek, daha sonra hastaları ona sırtlarını çevirecektir. Gerçek hayatta ise değişiklik olmayacak; önce kocası zaten bitmiş olan evliliklerine son noktayı koyacak, sonra Tomas ondan uzaklaşmak için başka bir ülkeye kaçacak ve en sonunda da kızıyla, aynı kendi anne babası gibi bir yüzleşme yaşayacaktır. Kızıyla ilişkisinde, kızına, kendi ailesinden gördüklerinden farklı biçimde davranmayan Jenny, kızının ardı ardına sorduğu sorulara ona hakaret ederek cevap verir çünkü bunlara samimi bir cevabı yoktur. Aynen kızının söylediği gibi aslında onu hiç sevmemiştir.
Onun için elle tutulabilir tek şey zamanında yine çok çektiği büyükannesi olacaktır. Sevgi dolu olduklarını düşündüğü ilişkilerinde büyükannesi ve büyükbabasına özlemle bakması da boşuna değil. Tamamiyle Bergman'ın kişisel tercihi olarak gördüğüm final bölümünde Jenny çalıştığı hastaneyi arayıp işe başlayacağını söyler. Mutlu ve sağlıklı görünür. Mutluluğu bulduğunu düşündüğümüz Jenny gene rol mü yapar yoksa geç kavuştuğu ve hiç yaşayamadığı sevgiyi gerçekten bulmuş mudur? Bergman'ın filmlerinden tecrübe ettiğimiz kadarıyla insani ahlak ve tutumlara yüklediği ilahi güç Jenny'yi iyileştirmiş olabilir ama bu Bergman ya, Jenny ertesi günün sabahında kendini asarak bu işe son noktayı da koyabilir. Kim bunun tutarlı olmayacağını söyleyebilir ki?
Filmdeki Saatler ve Zamansızlık Üzerine:
Filmde zamanın metafor açısından saatlere karşılık geldiği kanısındayım. Kişilerin özelinde girdikleri hayal düyalarında ve kabuslarında zaman kavamı netliğini yitiriyor. Bunu filmde üç karakter üzerinden okumak mümkün. İlki Jenny. Kahramanımız özellikle büyükannesinin evinde gördüğü kabuslar süresince evde bulunan duvar saatinin tik takları duyulmuyor. Burada zaman Jenny için duruyor ve zaten netliğin kaybolması da bunun bir getirisi. Algı tamamiyle devre dışı. Ne zaman Jenny uyanıyor, o vakit zaman onun için de tekrardan rayına oturuyor. Tik takları tekrar işitiyoruz. Büyükbabası da yer yer zaman algısını kaybeden bir karakter. Hastalığı yüzünden zaten gerçek hayatla bağları zayıf olan kahramanımız bir gece kalkıp çalışan duvar saatini çalışmadığını düşünerek tekrardan kurmaya çalışıyor. Anlıyoruz ki kendi hayal dünyasında yaşayan bu karakter bir şeylerden kurtulmaya çalışıyor. Eğer saatin tik taklarını duyabilirse, bundan(kendi deyimiyle ihtiyarlık) sıyrılabilecek. Bunu yapamayacak büyük ihtimalle çünü onun için çok geç artık. Eşine ilk önce "saat çalışmıyor"sonra da "geri kalıyor" derken aslında kendinden bahsediyor. Eşi de bunun farkında olacak ki şu sözleri dile getiriyor: "Diğer saatlerle aynı gidiyor. Bir şeylerin sürekli yanlış olduğu yönündeki saplantından vaz geçmen gerek." Kısaca artık bunu kabullenmesi gerektiğini vurguluyor. Tomas ise saate ve zamanın kendisine vurgu yapılan son karakter. Hastane odasında, Jenny'nin yatağanın yanı başında beklerken içeri giren hemşireyle aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
Hemşire: H
Tomas: T
H: Rahatsız ettiğim için özür dilerim.
T: (Kol saatine bakarak) Gece yarısı olmuş.
H: Gece yarısı mı?
T: Saat henüz dört bile değil.
H: Saatiniz durmuş. Saat sekizi beş geçiyor.
J: (Jenny araya girerek) ...ve günlerden salı.
H: Doğru.
Bu konuşmanın ardından Tomas şaşkınlık içerisinde saatini düzeltme ihtiyacı bile duymuyor. Belki de saatinin aslında durmadığının farkında. Bu sadece onun zaman algısının zaman içinde kaybolmuş hali. Jenny'nin araya girip bulunduğu zamanı teyit etmesi ise çok hoş bir ayrıntı.
Yönetmen Ingmar Bergman'ın Tutumu:
Bergman bu filminde de belli başlı numaralarını çekip tarzını takır takır işler şekilde kurmuş. Yaptığı ilk ve orta dönem filmleriyle etkilediği avrupa ve amerikan korku sinemasının öğeleri hissediliyor. Atmosfer yaratmaktan tutun da rüya sahnelerindeki gerilim ve ışıklandırma çok yerinde. Roman Polanski'den Nicholas Roeg'e, hatta Wes Crave'e kadar etkilediği tüm sinemacıların en az 2-3 kez izlediğini düşünüyorum bu filmi. Tabi bu sinemacıların yılları itibariyle The Virgin Spring, Tystnaden ve Vargtimmen'den etkilenmeleri daha büyük ihtimal. Jenny'nin karakter oluşumuna kattığı boyut ise gerektiği gibi derinlikli. İki dünya arasında sıkışıp kalmış Jenny için yazılabilecek en kapsamlı hikayeyi yazmış Bergman. Filmin neredeyse tamamının iç mekanlarda geçmesi, Jenny'nin ruh haline de bir vurgu tabi ki Bergman'dan. Sıkışıp kalmışlığının ve duvarlarını yıkamayışının sembolik karşılığı gibi adeta. İç karartıcı bazı çekimler zor olduğu kadar farklılık da taşıyor. Değişik ve farklı çekim açıları, rüya sahnelerinde ışığın ve sinematografinin uyumu ve Bergman'ın kafasındaki dünyanın bizde de kabul görmesi onun en büyük başarısı.
Filmle İlgili Diğer Ayrıtılar:
Orjnali 4 bölüm halinde olup isveç televizyonu için çekilmiş Ansikte mot ansikte'nin. Toplam süresi 200 dakikayken sinema versiyonu için 114 dakikaya kadar kesilmiş. Filmde bu geçişleri yakalamak mümkün. Daha sonradan Fanny and Alexander'da yapıldığı gibi uzatilmış geniş kurgusu çıkmamıştır dvd olarak. Birçoklarına göre en iyi performansını veren Liv Ullmann ise tebrikleri kabul eden diğer bir isim. Tutarlı ve abartılı olması geken yerde abartıya kaçan, bunu yaparken de aynen Possession'da ki Isabelle Adjani gibi gerçekçi olabilen, bize bunu inandıran bir performans çıkarmış. Yardımcı rolde Erland Josephson'un sakin oyunu da temiz bir işçilik olarak göze çarpıyor. Meraklısına genç haliyle Lena Olin'in de varlığını hatırlatalım. Bergman'ın genelde tiyatro oyunlarında yer verdiği Olin, Jenny'nin gittiği partideki kızladan biri olarak görünüyor perdede. Son olarak Ingmar Bergman filmlerinin ondan sonraki en büyük katkı sağlayan ismi Sven Nykvist'e değinelim. Bu filmde de ince çalışması Bergman'a avantaj sağlamış ve onun kafasının içini bir kez daha görüntü yönetmenliğinin kusursuzluğuyla perdeye aktarmıştır.
The Human Condition I: No Greater Love filmine yorum yazdı:
Benim için gelmiş geçmiş en büyük filmlerden ve serilerden biri. Asla birini ötekinin önüne koyamam. bence üç film de tek bir filmmiş gibi irdelenmeli.
Zaman zaman Toshiro Mifune’den bile iyi olarak gördüğüm Tatsuya Nakadai Seppuku’daki rolünü bile aşıyor. Müthiş filmografisinde en tepe noktası bu. Oyuncular hakkında konuşmayı çok sevmem fakat uzakdoğulu oyuncular teatral olmayı bana sevdirmişlerdir ki sinemada teatral oyunculuğa komedi dışında pek dayanamam.
Bu seriyi bir kere de baştan sona kesintisiz izlemenizi öneririm. Gerçi bu her seri için söylenebilecek bir şey ama bu efsane seri için bence elzem.
Kızıl Çöl filmine yorum yazdı:
Bu film bence aynı Blow-up'ın bir tarafı gibi anlaşılmazlığı, iletişimsizliği ve ayrı dünyaları anlatıyor. Antonioni belki de sinemanın en büyük yönetmeni olabilir benim için. Filmin sonlarındaki Monica Vitti ve türk denizcinin kendi dillerindeki sohbeti filmin özeti. İletişimsizlik ve anlaşılamamak bu dünyanın hala en büyük sorunu. Kıtlıklar, savaşlar, ölümler ve ayrılıklar sadece bunun üzerine kurulu. Antonioni de bu işi anlatma konusunda en büyük usta.
Film bu tarafıyla zamanının ötesinde sadece 60'ların değil günümüzde de bir başyapıt.
Başlangıç filmine yorum yazdı:
Nolan benim gözümde çok kaliteli gişe filmleri yapan bir yönetmen. Daha fazlası değil. Biliyoruz ki artık Following gibi filmler çekmeyecek, buna cesaret bile etmeyecek.
Inception özelinde de Rüya içinde rüya kurgusu çok yaratıcı olsa da birçok açıdan yapay olmayı aşamıyor Inception. Kaliteli bir suç ve aksiyon filmi sadece. Filmin dramatik yapısı, görselliği, ve kağıt üzerine aktarılışı hep bunun üstüne kurulu. Kısacası sıradan değilmiş gibi gözükse de özelde verdiği şey kaliteli bir şov.
Fikir güzel, kurgusu da bir yere kadar ilgi çekici ama dediğim gibi benim için daha fazlası değil.
The Rocky Horror Picture Show filmine yorum yazdı:
Müzikallere tahamül edemeyen biri olarak Hair'le birlikte en sevdiğim. Sinemada, interaktif şekilde izlemek isterdim. Yurtdışındaki sinemateklerde özel gösterimleri çok meşhurdur.
Büyük Usta filmine yorum yazdı:
Kurgusu biraz sorunlu olsa da tekrardan bir Wong Kar Wai filmi izlemek hoştu. Dövüş Kareografileri yeni bir şey sunmuyor. Hatta falza şairane olmuş bu film için.
Yine de süresi boyunca ilgiyle izledim.
L'Humanite'den sonra Twentynine Palms için de benzer formatta bir film ve öykü bekliyordum. Beklediğimden fazlası çıktı karşıma ve yine dumur oldum, şaşırdım. Çiftimiz katia ve David fotoğraf çekme amacıyla çorak Twentynine Palms'a giderler. Belli ki daha egzotik ve sessiz bir yer arıyorlar. Burada yaşadıklarıysa hiçbiri için iyi olmuyor. Kısa ve diyalogsuz sohetler, isteri krizleri, sert sevişmeler ve ağır tartışmalar yaşıyorlar ama anlıyoruz ki birbirlerine de aşık ... Devamı
L'Humanite'den sonra Twentynine Palms için de benzer formatta bir film ve öykü bekliyordum. Beklediğimden fazlası çıktı karşıma ve yine dumur oldum, şaşırdım. Çiftimiz katia ve David fotoğraf çekme amacıyla çorak Twentynine Palms'a giderler. Belli ki daha egzotik ve sessiz bir yer arıyorlar. Burada yaşadıklarıysa hiçbiri için iyi olmuyor. Kısa ve diyalogsuz sohetler, isteri krizleri, sert sevişmeler ve ağır tartışmalar yaşıyorlar ama anlıyoruz ki birbirlerine de aşıklar. Dumont'un merkeze aldığı bu ikili hakkında az şey biliyoruz. Belli ki David'in mali durumu iyi ve modern bir amerikalı. Katia ise Polonyalı olduğunu sandığım biraz dengesiz bir karakter. Dumont'nun bizlere göstermeye çalıştığı şey ise uygar ve modernizmin bizi nasıl körelttiği; en gizli duyguların bu saklanma (bir nevi maske takma) anında nasıl patlamaya dönüşebileceğidir. Kısacası uygar olmaya çalışmak ve bunun üstüne hayatı şekillendirmek sadece kendimizi kandırmaktır. Zamanı gelince zaten bizi yok edecek olan kendi iç güdülerimizdir. En uygar görünen David bile sevgilisiyle seks yaparken gereğinden fazla sert olup içgüdüsel birtakım sesler çıkarır. Sevişme bittikten sonra Dumont kamerasını David'e kaydırır ve görürüz ki David de yine modern insan maskesini takıp halinden memnun görünmez.
Film, iki tane, şimdiye kadar örneklerine çok az rastladığım finalle sona eriyor ve büyük ihtimalle izleyici sessizce akan yazılarla birlikte dona kalıyor. İşte benim yaşadığım buydu. Sadece bunlarla değil tabi. İkilinin basit ve çözümsüz diyalogları ve öykünün gidişatındaki belirsizlik insanı geriyor. Sıfıra yakın olan müzik kullanımı ise ayrıca çok başarılı bir etki bırakmış film üzerinde(sadece arabadayken radyoda çalan müzikleri duyuyoruz)
Twentynine Palms'ı açıkcası kimseye öneremem. Çok olmasa da yavaş akan bir film. Mekan ise çorak bir arazi. Yani bir çoklarına sevimli gelmez sanırım. Ayrıca filmde çokca sevişme sahnesi de yer alıyor ve bunlar neredeyse gerçeğe yakın. Dumont'nun cinselliği bu kadar öne çıkarmasını sevdim doğrusu çünkü anlatmak istediğini destekliyor. Sex sahneleri asla estetik değil. Dumont daha çok pornografiğe yakın bir cinsellik kullanmış. Bunun da amacı belli aslında. Daha hayvani ve içgüdüsel bir ortam yaratıyor bu. İkili sevişirken asla uygar değil ve işte aslımız olan da bu demeye getirmiş yönetmen. Zaten tek başına, sevişirken ki çıkardıkları sesler bile ürkütücü.
Neyse ben aşık oldum filme ve en kısa zamanda Tartan Video baskısını sipariş edicem. Eğer ulaşabilirseniz L'Humanite'yi de tavsiye ederim. Tabi Twentynine Palms'ı izleyip sevenler için.