9 yıl önce
Ciddi Bir Adam filmine yorum yazdı:
Gizemli Nehir filmine yorum yazdı:
Dave Karakteri Üzerinden Bir Mystic River İncelemesi
--Yazı eser miktarda bilgi içermektedir--
Clint Eastwood'un yönettiği, başrollerini Sean Penn, Kevin Bacon, Tim Robbins'in üstlendikleri 2003 yapımı bir film olan Mystic River, Eastwood'un atmosfer kurma konusundaki başarısını tekrarladığı, kendini izleten, büyük lafları olmayan iyi bir ana akım film. Buraya kadarki özellikleriyle uzun bir eleştiriye gerek duyulmayacak bir film gibi gözükse de bu klişeler yumağından ibaret filme sanki uzaydan düşmüşçesine gerçek yazılmış ve gerçek oynanmış bir karakter olan Dave karakteri, üzerinde durup incelenmeyi hak ediyor.
Film üç küçük çocuğun; Jimmy (Sean Penn), Sean (Kevin Bacon) ve Dave (Tim Robbins)'in sokakta oynarken bir arabanın gelip Dave'i götürmesi, Dave'in dört gün boyunca cinsel istismara maruz kalması ve sonra kaçıp kurtulması ama Jimmy ve Sean ile arkadaşlığının da bitmesi şeklinde bir öykü ile başlıyor ve akabinde yıllar sonrasına atlıy ... DevamıDave Karakteri Üzerinden Bir Mystic River İncelemesi
--Yazı eser miktarda bilgi içermektedir--
Clint Eastwood'un yönettiği, başrollerini Sean Penn, Kevin Bacon, Tim Robbins'in üstlendikleri 2003 yapımı bir film olan Mystic River, Eastwood'un atmosfer kurma konusundaki başarısını tekrarladığı, kendini izleten, büyük lafları olmayan iyi bir ana akım film. Buraya kadarki özellikleriyle uzun bir eleştiriye gerek duyulmayacak bir film gibi gözükse de bu klişeler yumağından ibaret filme sanki uzaydan düşmüşçesine gerçek yazılmış ve gerçek oynanmış bir karakter olan Dave karakteri, üzerinde durup incelenmeyi hak ediyor.
Film üç küçük çocuğun; Jimmy (Sean Penn), Sean (Kevin Bacon) ve Dave (Tim Robbins)'in sokakta oynarken bir arabanın gelip Dave'i götürmesi, Dave'in dört gün boyunca cinsel istismara maruz kalması ve sonra kaçıp kurtulması ama Jimmy ve Sean ile arkadaşlığının da bitmesi şeklinde bir öykü ile başlıyor ve akabinde yıllar sonrasına atlıyor. Artık her üçü de orta yaşlı olmuş, evlenmiş ve çocukları olmuş olan karakterlerden Jimmy'nin kızının öldürülmesi ile polisiye bir olay örgüsü başlıyor ve bu örgü filmin sonuna kadar da devam ediyor. Cinayet gecesi olanlar polis ve Jimmy'nin çetesi tarafından adım adım araştırıldıkça şüpheler Dave'in üzerinde toplanmaya başlıyor ve Dave'in tutarsız davranışları da üzerindeki şüpheleri bir kat daha arttırıyor. Bu esnada senarist de şüpheleri Dave'in üzerinde toplamak için çeşitli diyaloglar yaratıp finalde de şaşırtmacayı verip senaryoyu toplamak istiyor, böylece klişe bir kurmacanın çatısını tamamlamak için olmazsa olmaz kozunu oynayıp filmi kapatıyor.
Buraya kadar iyi işçilik yapılmış sıradan bir Hollywood filmi tadında olan filme Dave karakteri kanımca bambaşka bir yol açıyor. Filmdeki diğer karakterler dışında sanki yönetmenin bile umursamazmış gibi göründüğü, sadece rolünü yerine getirip defolup gitmesi gereken işe yaramaz bir adam muamelesi gören bu karakter hakkında, filmin çeşitli yerlerinde "yaşayan bir ölü" olduğu çeşitli karakterler tarafından dile getiriliyor ve Dave'e karısı da dahil olmak üzere herkes tarafından yaşayan ölü muamelesi yapılıyor. Dave de filmin bir sahnesinde yaşayan ölülerden, vampirlerden, kurt adamlardan bahsediyor ve o da kendisine böyle bir benzetmeyi uygun görüyor.
Peki, Dave'e eşi, çocukluk arkadaşları, durumu bilen kasaba halkı neden böyle bir muamele yapıyor? Görünürde kimsenin bir saygısızlığı olmasa da hiç kimse Dave'e saygı da duymuyor, Jimmy ile Sean'ın yakın sosyal ilişkileri olduğunu defalarca görsek de Dave'in tek bir yakın arkadaşını bile göremiyoruz, eşi bile ona (henüz hiçbir şey yokken bile) mesafeli davranıyor. Görünürde hiçbir sorunu olmayan, gayet dost olunabilecek bu adama etrafındaki herkesin mesafeli davranması acaba sadece uzun yıllar önce Dave'in geçirdiği travmatik olaydan dolayı ona önyargıyla bakmalarından mı kaynaklanıyor, yoksa Dave bu olayı atlatamadığından dolayı, bir türlü kendisi olmayı başaramadığından, "yürüyen bir ölü" olmaktan çıkıp, silkinip kendine gelemediğinden mi kaynaklanıyor? Bunun cevabını bizzat Dave'in kendisi veriyor: "Dave öldü! O kilerden kimin çıktığını bilmiyorum ama Dave olmadığı kesin! Bak hayatım? Lanet olsun. Vampirler gibi. Bir kez içine girince? Orada kalıyor."
Film ilerledikçe şüphelerin Dave'in üzerinde toplanması sadece senaristin kurgulama marifetinden kaynaklanan bir şey değil; Dave karakterinin doğasından kaynaklanan bazı şeyler de şüpheyi ona çekiyor, ağır bir cismin etrafındaki cisimler üzerinde yarattığı çekim etkisi gibi Dave'in suçlanmaya hazır olan, devamlı savunmada kalmaya alışmış karakteri de suç delillerinin üzerine çökmesini sağlayacak bir etki oluşturuyor. Bunu filmin çeşitli yerlerinde, özellikle de finalinde o gece nerede olduğu, elinde ne olduğu vb. gibi sorular karşısında bocalamasıyla ve verdiği çelişkili cevaplarla görebiliyoruz. Kendini savunma uğraşıyla pasifleştikçe pasifleşiyor, kendi evrenini koruma noktasında aciz kalan, kendi düşünce evreninde dahi hakimiyet kuramayan ve bu nedenle çelişkilere düşen bir konuma getiriyor kendini. Öte yandan kendi durumlarını koruyan diğer insanlar ise yanlış yaptıkları halde bunun etkisinden kolayca çıkabiliyor, kendi dünyalarını kontrol altına alıp tekrar başkalarının dünyalarına saldıracak konuma geliyorlar. Filmin sonunda Sean ve Jimmy arasındaki işaretleşme de her ikisi de kendi statülerini korumuş, kendi alanlarında yanlış yapsalar da bunu hakimiyet alanları üzerinde kurdukları iradelerle önemsiz hale getirmiş ve hükümranlıklarına aynı şekilde devam edecek olan iki karakter arasındaki sembolik bir anlaşmayı gösteriyor. Film boyunca söylenegelen "o arabaya o değil de ben binseydim" düşüncesi filmin sonunda "binen ben değildim, oydu, dolayısıyla ben kazananım, o ise kaybeden, ben önemliyim, o ise önemsiz; yapacak bir şey yok" fikrine doğru evriliyor. Jimmy Dave'i öldürmeden önceki son diyaloglarında bu konu da karakterler tarafından açıkça dile getiriliyor:
-O gece Mc Gills'de bana bir rüyamı hatırlattı.
-Ne rüyası?
-Gençlik rüyası. Gençliğimi yaşadığımı hatırlamıyorum.
-Demek rüya yüzünden.
-Evet, rüya. Benim yerime arabaya sen binseydin ne dediğimi anlardın.
-Ama ben binmedim. Sen bindin.
Filmin sonunda aslında doğruyu söylediğini öğrendiğimiz, üzerindeki tüm şüpheleri boşa çıkaran Dave'in bu kadar basit bir durumu bile koruyamamış olması ve en sonunda çocukluğunda olduğu gibi yine olayların gidişatının iyiler tarafından değil de güçlüler tarafından belirlenmesi kuralına boyun eğip yapmadığı bir şeyi üstlenmesi de Dave'in hayatının kalanıyla örtüşen bir davranış. Bu noktada filmin bize gösterdiklerinin ötesinde göstermediği şeyler üzerinden de yürüyebiliriz. Örneğin Dave neden bu olaydan sonra biraz büyüyünce hemen kasabasından ayrılıp bambaşka bir yerde, hiç tanımadığı insanlar arasında kendisine yeni bir yaşam kurmamış? Neden muhtemelen kendisine dayatılan bir yaşamı seçip, kendisi hakkında nasıl düşündüklerini az çok tahmin ettikleri insanlar arasında, her gün devamlı olarak gizli bir küçümsenme altında yaşamayı kabul etmiş?
Bunların tümü, "kazananların" paradigmalarıyla sorulan sorulardır. "kaybedenlerin" paradigmaları elbette ki çok farklıdır, onlar biraz da o yüzden kaybedendirler; yoksa hiç kimsenin hayatında sorundan bol bir şey yoktur, gerçek sorunlar, ya da kafamızda kurduğumuz sanal sorunlar. Dave gibi özsaygı mekanizması çok küçük yaşta kırılmış, kendine güveni yok edilmiş, hayata tutunmak için bir atak yapacak mecali kalmamış, motivasyonsuz bir insan için "normal" bir kişinin cevabını kolaylıkla verebileceği bu sorular birer muammaya dönüşebilir, üstesinden gelinemeyecek bir sorunlar yumağı gibi gözükebilir. Epikteto'nun dediği gibi "İnsanları tedirgin eden olan biten değil, olan bitenle ilgili inandıklarıdır."
Bu noktada insanların Dave'i neden dışladığının yanıtı da belirmeye başlıyor. Evrim üzerine bir yazıda evrimin doğal seçilim için gerekli olan şeylerin insanın hoşuna gitmesinin sağlanması yoluyla kamufle edilmesinden bahsediyordu. Örneğin insan cinsel ilişkiye girer, ama bunu evrim gereği soyunun devamını sağlamak için dölünü olabildiğince fazla yaymaktan ziyade bu işi sevdiği için yapar. Evrimsel süreç de bu işi insana sevdirerek insanın bunu yapmasını sağlamıştır. Aynı şekilde güçlü olanın ayakta kaldığını gören insan güçlü olana özenir, kendisi de elinden geldiğince güçlü olmaya çalışır ve gücü sever. Bu şekilde zaman içinde "zayıflar" elenir, toplum giderek "güçlenir" ve yarış olağanca hızıyla devam eder. Bu yarışın dışında kalanlar hayvanlar aleminde yalnızlığa terk edilir, insanlar arasında ise "acınacak, yardım edilecek nesne" olarak değerlendirilir; yaşı, konumu, ekonomik durumu önemli değildir; bu insanlar birer ego tatmin aracıdırlar ve alttan alta her daim ucube muamelesi görmeye, hastalıklı damgası yemeye ve toplumdan dışlanmaya mahkumdurlar. Doğa içindeki her sistemde var olan bu yarışa karşı gelmek, herkesin gittiği yola ayak uyduramamak, herhangi bir nedenden dolayı geride kalmak, "doğal" değildir, yani patolojiktir. "doğal" davranan insanlar da kendileriyle aynı hedefi benimsemeyen, aynı yere doğru yürümeyen, doğa yasalarınca da "patolojik" ilan edilmiş bireylere karşı elbette mesafelidirler, güvenemezler, kendilerinden saymazlar. Böyle insanların ölümüne de doğal olarak aynı yolda ilerledikleri başka birinin ölümü kadar önem vermeyecekler ve üzülmeyeceklerdir.
Yani Dave'in kendine güvensizliği filmdeki diğer karakterlerde merhamet ve bunun sonucunda da hoşgörü yaratmaz, aksine acıma ve tiksinti yaratır, Dave'in bağlanmakta zorluk çektiği toplum Dave'i zaten istememektedir.
Filmin finalinde Jimmy, Dave'in katil olmadığını öğrenip eve döndüğünde karısı şöyle der: "Babaları bir kral. Ve bir kral zor olsa bile ne yapacağını bilir ve de yapar. Babaları sevdikleri için ne gerekirse yapacaktı. Önemli olan da bu. Çünkü herkes güçsüz Jimmy. Biz hariç. Asla güçsüz olmayacağız. Ve sen... Bu şehre hükmedebilirsin."
Rashomon'dan şunu biliyoruz ki dünyada objektivite yoktur, anlatan anlatıya egemendir. Yaşayan, gerçek anlamda yaşayan ve hükmeden ise hayata. Bu fikir ne kadar acımasız, ne kadar adaletsiz gelirse gelsin, içimizdeki hayvanın bize dikte ettiği bir şeydir. Filmin sonunda Dave değil de Jimmy ya da Sean ölseydi daha mı çok üzülecektik? Ya da film boyunca şüphelerin üzerinde toplandığı adam Jimmy ya da Sean olsaydı daha mı az şüphelenecektik? Belki filmin sonunda katil Jimmy ya da Sean'dan birisi olsaydı daha mı az ayıplayacaktık, bir de makul nedenleri olsaydı belki haklı bile görebilecektik, belki de adam öldürmeyi yakıştıracaktık?... İçimizdeki en yüce yargılama mekanizmaları bile "kendi"sini, kendi karakterini ve bu karakterin yarattığı evreni koruyan birinin bunun karşılığında birtakım ufak haksızlıklar yapmasını mazur mu görüyor, yoksa çoğumuzda uzun zamandır işlemediği için paslanıp bir hurda yığınına dönmüş olan bu mekanizmanın kendisinde hala tıkır tıkır çalışıp en küçük hassasiyete göre adaleti tayin edebilen birileri hala var mıdır? Yoksa biz de kazananların tarafındayız ve Dave sadece Jimmy ve Sean'ın değil hepimizin ötekisi midir, bu sorulara samimiyetle cevap vermek gerekir.
Amadeus filmine yorum yazdı:
Amadeus filmi bağlamında Mozart versus Salieri
Milos Forman imzalı bin dokuz yüz seksen dört yapımı Amadeus, -kendi deyimiyle- sıradan bir insanın ağzından bir dehayı, Antonio Salieri’nin ağzından Wolfgang Amadeus Mozart’ı anlatan bir film, ama film kuru bir biyografinin ötesinde sanat ve sanatçı hakkında sorularla dolu bir altmetne sahip.
Filmin iki ana karakteri, Salieri ve Mozart, birbirleriyle neredeyse taban tabana zıt iki sanatçı prototipini temsil ediyorlar bir bakıma. Salieri yeteneğin başarılı bir temsilcisiyken Mozart dehanın bütün ihtişamını yetenekle muazzam bir şekilde harmanlayıp sunarak Salieri’nin kuru yeteneğinden apayrı, ulaşılmaz bir yere konuyor.
Filmin temasını oluşturan deha ve yetenek kavramları, kanımca aslında ta en derinde,sanatın tanımında birbirinden ayrılan, birbirlerini beslediklerinde muazzam yapıtlar doğuran, birbirlerine kavuşamadıklarında ise yapıtı eksik bırakan, biri sanatın tuğlası, diğeri de harcı olan, s ... DevamıAmadeus filmi bağlamında Mozart versus Salieri
Milos Forman imzalı bin dokuz yüz seksen dört yapımı Amadeus, -kendi deyimiyle- sıradan bir insanın ağzından bir dehayı, Antonio Salieri’nin ağzından Wolfgang Amadeus Mozart’ı anlatan bir film, ama film kuru bir biyografinin ötesinde sanat ve sanatçı hakkında sorularla dolu bir altmetne sahip.
Filmin iki ana karakteri, Salieri ve Mozart, birbirleriyle neredeyse taban tabana zıt iki sanatçı prototipini temsil ediyorlar bir bakıma. Salieri yeteneğin başarılı bir temsilcisiyken Mozart dehanın bütün ihtişamını yetenekle muazzam bir şekilde harmanlayıp sunarak Salieri’nin kuru yeteneğinden apayrı, ulaşılmaz bir yere konuyor.
Filmin temasını oluşturan deha ve yetenek kavramları, kanımca aslında ta en derinde,sanatın tanımında birbirinden ayrılan, birbirlerini beslediklerinde muazzam yapıtlar doğuran, birbirlerine kavuşamadıklarında ise yapıtı eksik bırakan, biri sanatın tuğlası, diğeri de harcı olan, sanatı oluşturan iki temel unsurdur.
Bunu görmek için işe sanatın tanımından başlamak gerekir: Sanatı farkındalık yaratan ve estetik olan herşey olarak kabul edersek sanatın iki kulvardan ibaret sayabiliriz. Farkındalık yaratmak deha ile ilişkili, elde edilmesi zor olan,insanda fikren tatmin yaratan, sanatın "ruhani" boyutunu yapan kısmını, kısacası "ilhamını" oluştururken estetizm ise yetenek ve çok çalışma ile ilişkili, sanatın güzel bir fikirden güzel bir vücuda dönüşmesini sağlayan, fikri tatminden daha aşağı seviyede yer alsa da olmazsa olmaz bir ihtiyaç olan estetik tatmin yaratan kısımdır. Daha net ve kısa bir tanım yapacak olursak farkındalık yaratma içerik, estetizm ise biçimdir.
İdeal bir yapıt, bu iki bileşenin de çok kuvvetli olduğu ve birbirini beslediği yapıt olarak kabul edilebilir. Böyle bir yapıt hem herkesi kendine hayran bırakır, hem de herkesin sevgisini kazanır. Sevgiyi kazanan kısım biçim; hayran bırakan, kendine aşık eden kısım ise içeriktir. Bu iki kavramın yansımalarını "klasik" ve "kült" film kavramlarında da görmek mümkündür.
Biçim, içerikle nitelik olarak karşılaştırıldığı zaman hafife alınabilir bir mevzu olarak görünse de hiç de öyle değildir, biçimce kuvvetli bir yapıt çıkarmak çok zor; tecrübe,kondisyon ve motivasyon isteyen bir iştir. İçerik akılsa biçim kalptir, içeriği olmayan yapıt eksik bir yapıttır ama biçimi kötü olan yapıt o formda yaşayamaz ve ışığını asla yansıtamaz, kendisini doğru bir forma sokacak olan sanatçı gelene kadar ölüdür.
Bu tanımlardan hareketle deha ve yetenek kavramları birbirinden keskin çizgilerle ayrılmasa da önümüze iki sanatçı prototipini çıkarır. Yetenek bir işi yapmaya olan yatkınlıktır, yetenekli insan çok çalışarak yeteneğini geliştirip estetik ürünler ortaya koyabilir, ama deha yeteneğin çok ötesinde bir şeydir, o işler ilgili evreni özümsemedir, bu da dahiye bir sentez yapma ve görülmemiş olanı ortaya çıkarma imkanı verir. ama yeteneğini çok çalışarak parlatmamış dahi yaptığı işleri doğru bir forma sokamaz, bu nedenle insan isterse o güne kadar hiç görülmemiş parlaklıkta bir dehaya sahip olsun, ürettiği eserler optimum estetizme ulaşamaz ve insanların gönüllerine ve akıllarına giden yollara girecek yetkinlikten uzak olur.
Örneğin Einstein fizik ile ilgili temel bilgilerden noksan olsaydı, fikirlerini ifade edebilecek fizik metodlarını ve kavramlarının neler ifade ettiğini çağındaki herkesten daha çok -bir iddiaya göre kendisinden önce yazılmış olan tüm fizik makalelerini okuyabilmiş son insan Einstein’dır- bilmiyor olsaydı acaba bugün onun dehasının ne kadarını bilebilirdik? bugün fizikte çığır açan kuramlarından kaçının altında imzası olabilirdi? Ama fizik öğrenimi görmesi, patent enstitüsünde çalışması ve devamlı okuyarak, çalışarak ufkunu genişletmesi -bu konuda da türlü türlü rivayetler, hatta fıkralar mevcuttur- onun dehasını işleyip insanlığa büyük hizmetler sunmasını sağladı.
Kaldı ki bu örnek münferit bir örnek değildir, dehalar çoğu zaman herhangi bir çalışkan insanın olamayacağı kadar çok çalışırlar, çünkü büyük fikirlerini sığdırabilecekleri büyük kılıflara ihtiyaçları vardır.
Buna göre Mozart ideal bir sanatçıdır, çünkü kendi bildi bileli müzikle uğraşmakta, neredeyse bütün zamanını müziğe ayırmaktadır; bu estetizm açısından mükemmelliği yakalamasını sağlar. Kendisine bahşedilmiş dehayla birleşen bu yetenek de adının sonsuza kadar müzik semasının en tepelerinde dolaşmasını sağlayacak olan yapıtların ortaya çıkmasını sağlar.
Salieri ise her ne kadar hayatını çalışma,çalışma ve çalışmadan ibaret olarak tanımlasa da müzik Salieri’nin kosmozuna sonradan girmiş bir "iş"tir, Salieri müzikten kendisinden ayrı ve yabancı bir nesne gözüyle bakmaktadır, ne kadar severse sevsin müziği kendisiyle bütünleştirememiştir. Mozart’ta ise böyle birşey sözkonusu değildir, Mozart müzik "yapmaz", Mozart’ın kendisi müzik olmuştur.
Mozart ile Salieri arasındaki bir diğer önemli fark inanç dünyalarıdır. Salieri inançlı bir hristiyandan öte tam anlamıyla bir kadercidir, hatta kader fetişistidir. Kendini tanrıya teslim etmiş biri olarak görünse de aslında tanrı’yı kendi isteklerini yapan bir maşa olarak algılamaktan ileri gidememiştir, yakarışları yanıt aldığı sürece bir alçakgönüllülük ve erdem maskesiyle yaşasa da Mozart ile ilgili hiçbir yakarışına yanıt bulamayınca bu maskeyi bir daha takmamacasına çıkarıp atar, bu maskenin altından çıkan karaktersizlik bütün yeteneğini ve motivasyonunu alıp götürür; geriye kendinden ve tanrıdan nefret eden ,işe yaramaz, -her zaman olduğu gibi- kaderine boyun eğmiş bir ihtiyar kalır.
Mozart ise sadece kendine inanır, burnu havadadır, kadere inanıp inanmamaktan bahsetmiyorum; kaderci olmamaktır tüm mesele, Mozart da asla kaderci değildir. Tüm kaynağını kendisinden ve hayattan alır; kendisine zihinsel ve fiziksel yasaklar koyup onlardan korkmaz; tanrıya inanmıyor olabilir, ama kesinlikle putperest değildir.
Öte yandan Mozart dört dörtlük bir insan da değildir ,ahlaki değerleri ve yaşam tarzı tartışılacak pek çok şeyle doludur. Kendisini bitiren de bir yerde bu değerleri ve yaşam tarzı olur, ama sanatçı ahlakı ve sanatın amacı apayrı bir yazı konusudur, burada birkaç cümleyle geçiştirmek pek doğru olmaz.
Amadeus, kanımca One Flew Over The Cuckoo’s Nest ile birlikte Forman’ın en iyi yapıtlarından birisi ve gelmiş geçmiş en iyi biyografilerden birisi; yazının başında da söylediğim gibi bir biyografiden çok daha fazla şey anlatan bir biyografi.
Coen kardeşlerin 2009 yapımı filmi olan A serious man, Lawrence Gopnik adında, hayatı iniş çıkışlarla geçen, yani hepimiz gibi olan bir insanın hayatından sıradan bir kesit aktarıyor.Bu karakterin başına gelenler hepimizin başına gelebilecek olaylar, karakterimiz de oldukça makul bir insan ve tepkileri de belli ölçüde sıradan; aynı olayla karşılaşsanız muhtemelen sizin de aklınıza gelebilecek ilk birkaç davranış paterninden birini sergiliyor çoğunlukla. Yani anlatılan hikayede "kurmaca" namına orjinal ya da farklı denebilecek bir şeyi bırakın gündelik hayatımızın bir adım bile ötesine gitmeyen bir mütevazilik hakim. Bu mütevazi gibi görünen filmin anlatmak istediği şey ise aslında çok daha büyük; ele aldığı konuyu, yani bütün hayatımızın dışarıdan nasıl göründüğünü, tanrısal bir perspektiften anlatmayı deneyen, günümüzde insanların belki en büyük ortak paydasını oluşturan bir konuyu tüm gerçekçiliğiyl ... Devamı
Coen kardeşlerin 2009 yapımı filmi olan A serious man, Lawrence Gopnik adında, hayatı iniş çıkışlarla geçen, yani hepimiz gibi olan bir insanın hayatından sıradan bir kesit aktarıyor.Bu karakterin başına gelenler hepimizin başına gelebilecek olaylar, karakterimiz de oldukça makul bir insan ve tepkileri de belli ölçüde sıradan; aynı olayla karşılaşsanız muhtemelen sizin de aklınıza gelebilecek ilk birkaç davranış paterninden birini sergiliyor çoğunlukla. Yani anlatılan hikayede "kurmaca" namına orjinal ya da farklı denebilecek bir şeyi bırakın gündelik hayatımızın bir adım bile ötesine gitmeyen bir mütevazilik hakim. Bu mütevazi gibi görünen filmin anlatmak istediği şey ise aslında çok daha büyük; ele aldığı konuyu, yani bütün hayatımızın dışarıdan nasıl göründüğünü, tanrısal bir perspektiften anlatmayı deneyen, günümüzde insanların belki en büyük ortak paydasını oluşturan bir konuyu tüm gerçekçiliğiyle aktarmak için uğraşan bir film bu. ama tüm bunları yapmaya çalışırken alçakgönüllü üslubunu da özenle koruyor ; böylece filmin bu geniş altmetni sırıtmıyor ve anlatılan hikayenin "sıradan" tarafıyla çelişmiyor.
Filmin adı olan "ciddi bir adam" figürü, Lawrence Gopnik'in olduğu değil, olmaya öykündüğü bir adam. Belli anlamlar yüklenmiş, belli bir insan profilini işaret eden bir simge.Bu adamın özelliklerini anlamamızda filmin girişindeki hikayenin de büyük yardımı dokunuyor. Hikayeyi daha iyi yorumlayabilmek için Slavoj Zizek'in 'a Pervert's Guide to Cinema-Sapığın Sinema Rehberi filminden bir alıntı yapalım:
"Biz insanlar, gerçekliğin içine doğal bir şekilde doğmayız. Sosyal realitenin bu alanında yaşayan diğer insanlarla iletişim kuran normal bir insan gibi davranmamız için pek çok şey simgesel süzene göre uygun bir şekilde,yaşanması gerekiyormuş gibi gerçekleşir.İşte bize uygun bir şekilde kurulmuş olan simgesel alan rahatsız edildiğinde gerçeklik de bozuma uğrar."
Bu hikayede karşımızda "ciddi bir kadın" vardır.Kendi ön kabulleriyle kendine bir değerler sistemi oluşturmuş (ister bunun çoğunluğunu toplumdan kopyalayan birisi olsun, isterse de kendi çabalarıyla bunu inşa etmiş olsun fark etmez) ,dünyayı bu sistem doğrultusunda gören,iyi ile kötüyü bu sisteme göre yargılayan,bu değerler örgüsüne ters gelen bir şey olduğu zaman ise onu yok eden bir insan.Kadın,yaşlı adamı öldürmekle saçma bir iş yapmamıştır; aksine kendi gerçeklik algısını kurtarmış, içine düşecek olan şüpheden kurtulmuş,kendi dünyasına zarar verme potansiyeli olan etkeni yok etmiştir.Kadının bu eyleminin cevabı batıl inancının kökeninde yatmaktadır.Kadın inanıp uyguladığı batıl inançları sayesinde başına gelebilecek belaları defedebileceğine inanmış ve karşısına çıkan dünyevi sorunların çözümünün anahtarını böyle bir ritüeller dizisini yerine getirmekte bulmuştur.
Filmde anlatılan "ciddi bir adam" ikonunu temsil eden insanlar da aslında Larry'nin gözünde böyle olan insanlardır.Anakarakter Larry olduğu için film onun ağzından anlatılmasa bile diğer karakterler Larry'nin algısının kodlamalarına uygun olarak davranırlar ve film boyunca Larry bu ciddi insanların davranışlarını,seçimlerini ve başına gelenleri sadece izler.Onları değiştirebilecek bir iradeye sahip değildir;sadece başına gelene katlanmak ve başkalarının seçimlerine saygı duymakla mükelleftir o.Oysa ki ciddi bir insan seçim yapabilen insandır.Bu seçimlerini hayata geçirebilmek için diğer insanları ikna edebilen,onları da kendi hayat planlarına göre uygun şekilde konumlandırabilen insandır.
Larry,başından beri "oyunu yanlış okuyan" bir insandır.Hayatın yazısız kurallarının,İkili iletişimin doğasının,hayatta kalmak için gereken sosyal meziyetlerin farkında değildir,olsa bile bunları umursamaz.O,hayatı 3.sınıf hayat bilgisi kitabı tadında yaşarken,diğer insanlar birbirlerini ayartmakta,farklı dünyevi zevklerin peşinden koşmakta,kendilerine daha "ciddi" birer yaşam kurmanın uğraşını vermektedirler.
Larry ise karmaşık matematik problemleriyle uğraşan bir akademisyen olsa da ciddi bir adam değildir,ve film boyunca neredeyse hiç kimse tarafından da ciddiye alınmamaktadır.Başına gelen kötü şeylerden kaçarak uzaklaşmaya çalışır.Başına iyi şeyler gelmeye başladığında da bunda aktif bir rolü olmamıştır.Çıkarları bozulan ciddi insanların dönüp sığınacağı bir damızlıktır sadece,ama hepimiz gibi bundan kendi iradesine pay çıkarıp gururlanacaktır elbet.
Ama ciddi bir adam olmanız da hikayenin neresinde olduğunuz ve size kimin gözüyle bakıldığı ile ilişkilidir.Tek bir sabit ciddi adam profili yoktur.Ciddi bir adam olmak bir fenomendir ve ciddi bir adam herkesin kafasında ayrı şekilde canlanan bir ikondur.Bu ikona uygun hareket eden diğer insanlar da o insan için ciddi birer adamdırlar.Örneğin karısının gözünde hiçbir kıymeti olmayan Larry,kardeşine göre ciddi bir adamdır.Larry'e göre ciddi birer adam olan din adamları Larry'nin oğluna göre pek ciddiye alınmayacak tiplerdir.
Filmde mütevazi bir hikaye olarak vücud bulmuş bu devasa konunun gerçek hayatla aynı şekilde tezahür ettiği bir ortak nokta daha vardır:takdir-i ilahi. İster tanrı deyin,ister doğal döngü; insanların tüm entrikalarının,bütün kazanan ve kaybedenlerin üstündedir ve biz küçük ama ciddi oyunumuzu oynamaya çalışırken,ciddi bir insan taklidi yapmaya çalışırken gerçekten "ciddi" ve gerçekten "gerçek" olanın ne olduğu hiç beklemediğimiz,tam oyunumuza tatlı tatlı dalıp gittiğimiz bir noktada suratımıza çarpar.Film bir yandan insanlar arasındaki ikili ilişkilerin detaylarını anlatırken diğer yandan böyle noktaları da atlamadığı için bu küçük hikaye büyüyor,evrensellik kazanıyor.İnsanlığa ilişkin ortak olan,hayatımıza yön veren ne kadar büyük faktör varsa bir şekilde filmde kendini gösteriyor,bu da anlatının sıkletini değiştirip "ciddi bir film" haline getiriyor.
Larry'nin diğer ciddi insanların hayatını mahvetmelerine karşı aradığı çözümler de gayet edepli ve makul çözümlerdir.Neden ciddi bir adam olamadığı sorusunun cevabını dinde arar,fakat çeşitli kıdemdeki din adamlarının hiçbirinden tatmin edici bir cevap alamaz,hatta mantıklı bir cevap aldığını bile söyleyemeyiz.Filmdeki diğer ciddi insanların da tamamının dine sıkıca bağlı olduğunu unutmayalım.Larry'nin hareket noktası dine olan saygısından olduğu kadar başka bir noktadan da destek alıyor olabilir: diğer ciddi insanlar dine bu kadar bağlı olduklarına göre burada bir motivasyon buluyor olabilirler.belki onların da benim gibi soruları vardı ve cevabı dinde buldular,ve böylece ciddi,ne istediğini bilen,kuralları olan insanlar haline geldiler.O halde sorularımı dine yöneltirsem belki ben de tatmin edici cevaplar bulabilirim ve ben de kendini ve hayatını ciddiye alan,söz söyleme ve hakkını isteme kuvvetini kendinde bulan ciddi bir insan olabilirim. Coenlerin bu fikre verdikleri cevap cevabın dinde olmadığı,en azından bu kadar yerleşik ve bozulmuş bir din adamı güruhu varken onlar aracılığıyla bu cevaba ulaşmanın mümkün olmadığı yönünde.Buna dair çeşitli bakış açıları mevcut.Coen'lerin bakış açısı da ciddi sayıda destekçisi olan ve hikayeyi bozmadan,sesini yükseltmeden ,sadece sıra kendisine geldiğinde dillendirilen bir fikir olduğu için katılmasak da bunu niye bu hikayeye sıkıştırdınız diyemeyiz.Neticede din kitlelerin hayatını değiştiren önemli bir mesele,bu konuda görüşler muhtelif olabilir,önemli olan bu görüşlerin anlatılan hikayenin saygıdeğerliğini bozup bozmadığı: bu filmde de bununla ilgili bir sorun yok.Onlara katılmayanları rahatsız edecek ve filmi beğenmelerini engelleyecek bir durum da yok.
Film, bahsedilen konunun büyüklüğüyle orantılı olarak biter.Larry'nin aradığı,her şeyin özünü oluşturan bir "ciddiyet" maddesi yoktur.O, bir efsaneden ve gösterişten ibaret kocaman bir yalandır.İnsanların bir şeyler elde etmek için,ya da kendilerini bir şeylerden korumak için kestikleri pozdan başka bir şey değildir ciddiyet.cesareti olan insanların çekmeyi denedikleri bir takım setler vardır ve bunların hepsi yapaydır.bunları kabul eden ama kendinde aynı şeyleri yapacak cesareti olmayan bir insandır Larry,bu nedenle asla ciddi bir adam olamayacaktır,ama ciddi insanların yaptıkları da bir grup kepazelikten başka bir şey değildir.Bunun yüceltilmesi,bir erdem gibi sunulması ve gençlere öğütlenmesi de kepazelik olduğu gerçeğini değiştirmez.Toplumsal ilişkilerimiz ne yazık ki bu roller üzerine kuruludur ve bunu en gerçekçi oynayan da bir takım getirilerin sahibi olmaktadır.Larry gibiler ise bu oyunların kurbanı ve en ön sıradan izleyicisidirler.Ne yazık ki kendilerini mutlu ve kazançlı hissedecek şeyler yapmaktan acizdirler.Çünkü bu kepazeliklerin nasıl yapıldığını hiçbir zaman öğrenememişlerdir.
Öte yandan da gerçekten ciddi bir şey varsa o da filmin sonunda Larry'nin karşılaşmak üzere olduğu şeydir.Ondan kaçış yoktur,insan iradesi onun üzerine etki etmez.Amorres Perros'daki trafik kazası sahnesinden önce arabadaki modelin ne kadar estetik durduğu ile bir saniye sonra hayatının kalanının mahvolacak olması ile en ufak bir ilişkisi yoktur,çünkü bu güçlerin birimi ve etki alanı farklıdır.Ve asıl gerçeğin boyutu,hepimizin etki alanının ve hayal gücünün kat be kat ötesindedir.Bütün evrenin yapısı hakkında en yenilikçi düşünceleri olan bir omurilik felçlisinin tuvalete gidebilecek donanıma sahip olmaması bu güçlerin kategorik olarak birbirinden ne kadar farklı ve kıyas kabul etmez olduklarının basit bir örneğidir sadece.
Çalıştığım yerde her gün insanlar arasında geçen binbir türlü tuhaf diyaloğa şahit oluyorum ve gerçekte nasıl olduğunu bildiğim insanların çok acaip hallerini gözlemleyebiliyorum.Naçizane fikrim hepimiz içinde bulunduğumuz konuma ve muhatap olduğumuz kişilere göre zaman zaman Larry,zaman zaman da ciddi birer adam olup çıkıyoruz.Gerçekte kim ve ne olduğumuz ayrı bir muamma,ama toplum içinde hepimiz dikiş tutturmaya çalışırken ciddi bir adam olmak gerektiğinin farkındayız ve bir takım temel ahlak kurallarını rahatlıkla hiçe sayabiliyoruz.Sonradan ne kadar pişman olsak da ciddi bir adam olmanın tadını başka hiçbir şeyde bulamıyoruz.Belki ağır bir benzetme olacak ama gerçeğe yakın olduğunu düşünüyorum: hepimiz ağzımızda başka insanların eti ve kanıyla dolaşıp duruyor ve en çok leşi olana saygı duyuyoruz.Ama gün gelip kendimizi Larry gibi hissettiğimizde de insanların acımasızlığından,çıkarcılığından ve ikiyüzlülüğünden dem vuruyoruz.Oysa ki o zaman diliminde aklımızda tek bir fikir oluyor: şu düştüğümüz çukurdan çıkıp tekrar ciddi bir adam olabilmek ve ava devam etmek.Bu toplumsal ahlaksızlığımız ve ikiyüzlülüğümüz devam ettikçe böyle insanların hikayelerini daha az önemseyeceğiz.Ciddi bir adam olmak bizim standardımız haline geldikçe insani erdemlerimiz unutulup gidecek ve filmin başındaki kadın gibi günahsız bir insanı sadece kafamızı karıştırdı diye öldürsek bile içimiz sızlamak yerine rahat edecek.Yazıyı Shakespeare'den bir alıntıyla noktalayalım: "değmez bu yangın yeri,avuç açmaya değmez."