E
14 yıl önce
Sihirbaz filmine yorum yazdı:
Fransız animasyonlarını hep sevmişimdir. Duru, neredeyse tamamen diyalogsuz, çok güzel resimler ancak zayıf bir final...
Sihirbaz filmine yorum yazdı:
Fransız animasyonlarını hep sevmişimdir. Duru, neredeyse tamamen diyalogsuz, çok güzel resimler ancak zayıf bir final...
Kaybedenler Kulübü filmine yorum yazdı:
İzlencelik, sadece izlencelik. Ama hakkını yemeyim, keyifli bir izlencelik...
Bir Ayrılık filmine yorum yazdı:
Ah İran filmleri ah!
Her zaman hoşuma gittiniz. Garip bir sadelik ve gündelik hayatı en iyi anlatan sinemacılar hep İran'dan mı çıkar.
Oyunculuklar, reji herşey çok doğal... Kimi zaman ajitasyona kaçacak gibi derken birden yine hayatın akışına bırakılan olaylar/durumlar vesaireler...
Bu arada dede karakteri ne kadar gerçekçiydi öyle!
Av Mevsimi filmine yorum yazdı:
Filmi "Yavuz Turgul"un çekmiş olması beklentimi yükseltti. Ancak işin garip tarafı büyük bir sinema adamından değil, vasat bir yönetmenin elinden çıkmış bir iş gibiydi. Fransızların her yıl yaptığı dedektif filmlerinden bir farkı olmalıydı.
Gölge Oyunu'nu, Muhsin Bey'i, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ni çekmiş bir yönetmenden her zaman daha fazlası beklenir. Ama şunu da belirtmeliyim ki iyi bir yönetmen her zaman en iyisini yapabilecek diye bir şey de yok...
Otobüs filmine yorum yazdı:
Bir Stockholm Hatırası
Göç Olgusu Üzerinden Otobüs Filmi ve Otobüstekilerin Yabancı Olmalarından Yola Çıkarak Son Mola Sahnesinin İncelenmesi
Otobüs Yönetmen: Tunç Okan
Senaryo: Tunç Okan
Görüntü Yönetmeni: Güneş Karabuda
Müzik: Zülfü Livaneli, Pierre Favre, Leon Francioli
Oyuncular: Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Björn Gedda, Oğuz Roylas, Aras Ören, Leif Ahrle, Nuri Sezer, Hasan Gül, Ünal Nurkan
1974, Türkiye-İsviçre, 84 dk.
İnsanlar, çağlar boyu göçtüler. Kimi zaman, TDK sözlüğündeki gibi Ekonomik, toplumsal veya siyasi sebeplerle kimi zamansa, özgür ruhlarından olsa gerek, sadece akıllarına estiği için. Kuşkusuz ki insanlar burada sayılamayacak kadar çok gereksinimle bir yerden bir yere göçme eylemini gerçekleştirdiler ve gerçekleştirecekler Ancak bu gereksinimlerden belki de en önemlisi, özellikle sanayi devriminden bu yana hız kazanmış olan ekmektir ya da sözlüğü yineleyecek olursak ekonomik sebepler
İkinci Dünya Savaşının sona e ... DevamıBir Stockholm Hatırası
Göç Olgusu Üzerinden Otobüs Filmi ve Otobüstekilerin Yabancı Olmalarından Yola Çıkarak Son Mola Sahnesinin İncelenmesi
Otobüs Yönetmen: Tunç Okan
Senaryo: Tunç Okan
Görüntü Yönetmeni: Güneş Karabuda
Müzik: Zülfü Livaneli, Pierre Favre, Leon Francioli
Oyuncular: Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Björn Gedda, Oğuz Roylas, Aras Ören, Leif Ahrle, Nuri Sezer, Hasan Gül, Ünal Nurkan
1974, Türkiye-İsviçre, 84 dk.
İnsanlar, çağlar boyu göçtüler. Kimi zaman, TDK sözlüğündeki gibi Ekonomik, toplumsal veya siyasi sebeplerle kimi zamansa, özgür ruhlarından olsa gerek, sadece akıllarına estiği için. Kuşkusuz ki insanlar burada sayılamayacak kadar çok gereksinimle bir yerden bir yere göçme eylemini gerçekleştirdiler ve gerçekleştirecekler Ancak bu gereksinimlerden belki de en önemlisi, özellikle sanayi devriminden bu yana hız kazanmış olan ekmektir ya da sözlüğü yineleyecek olursak ekonomik sebepler
İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle yeniden yapılanmaya çalışan savaş ülkeleri ve savaşın etkisinden kurtulmaya çalışan diğerleri gelişimlerini hızlandırmak için daha fazla insan gücüne ihtiyaç duydular. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi yurt dışından işçi kabul etmeye başladı. Gerçi bu işçileri daha çok kendi yapmak istemeyecekleri ya da daha az yapmak isteyecekleri işler için çağırıyorlardı ama, sonuçta göç denilen alıştığı yerden kopma durumunu işler hale getiriyorlardı. Bu durum, özellikle Türkiye gibi kırsal kesimin daha iyi bir hayat için yavaş yavaş kente göçmeye başladığı ülkelerde göç hareketlerini hızlandırıyor, haliyle bu toplumsal değişimler Türk Filmlerine konu oluyordu.
Bu dönemde yapılmış dikkat çeken Türk Filmlerinden biri de gişeden çok, sanat filmi özelliklerinin ön planda olduğundan yola çıkarsak, Otobüs filmidir.
Filmin öyküsü yalındır: Anadolunun kırsalından kopup gelen dokuz köylünün, köhne bir otobüsle kaçak işçi olarak Stockholme getirilmesi ve onları ülkeye sokan adamın ortadan kaybolmasıyla birlikte köylerinin dışına çıkmamış bu insanların, bu modern -ancak modernliğinin getirdiği bireyselliklerle dolu- kentle baş başa kalışlarıdır, anlatılan.
Film, bir otobüs yolculuğu ile başlar. Yabancı gözlerle dışarıyı izleyen, uyuyan, düşünen köylüler yolcudur; neşe içinde şarkı söyleyen ve bu işi daha önce de yaptığını rahatlığından anladığımız, ülkeye kaçak işçi sokan şebekenin adamı ise otobüsün şoförüdür. İlerleyen sahnelerde Otobüs, Stockholmün şehir merkezindeki bir meydanda durur. Köylülerin bütün parasını alan adam, çalışma izni için polise gittiğini belirtir ve daha önceden ayırttığı Almanya uçağına yetişmek için havaalanına gider. Gitmeden önce otobüsten dışarı çıkmamalarını ve polise gözükmemelerini tembihlediği köylülerimiz ise gece çökene dek korkulu ve kuşkulu gözlerle yabancısı oldukları dışarıdaki hayatı -belki de film boyunca neredeyse hiç konuşmadıkları için- izlemeye koyulurlar. Konuşmamayı ve kimseye görünmemeyi yeğleyen köylüler ancak geceleri dışarı çıkabilir, içlerinden ikisi doğal olmayan yollarla (birisi bıçaklanarak, diğeri sabaha kadar dışarıda kaldığı için donup suya düşerek) ölür. Geriye kalanlar ise bir şekilde polisin otobüse el koymasıyla ortaya çıkarılırlar. Onlar sınır dışı edilmek için alıkoyulurken, otobüs belki de köylülerin yerle bir edilen umutlarının bir yansımasıymışçasına araba mezarlığında paramparça edilir.
Kısa öyküsünden de anlaşılacağı üzere film, göç olgusunun getirdiklerini ya da götürdüklerini anlatma derdinde değildir. Ancak hemen her sahnesinde yabancı olma durumunu ince ince işleyen bir anlatım yapısı vardır. Bu sayede film boyunca göçmüş olma durumu üzerine uzun, ama sıkıcı olmayan söylemler getirebilmektedir. Ne de olsa pamuk tarlalarında çalışan kadınlardan, modern olmayı ahlaksal çöküşle karıştıran insanlara; refah içerisinde yaşayan insanlardan, sadece soğan ekmek yiyen köylülere, -bakış yönüne göre değişmek kaydıyla- temiz olduğu varsayılan insanlardan, kirli olduğu varsayılan insanlara kadar birçok uçta gezinilir ve filmin odağında bulunan köy/kent yabancı/yerli karşıtlığına haliyle göçmek eylemine dönülür.
Bu eylem film boyunca, farklı yönleriyle birçok sahnede anlatılmıştır.Kimi zaman, görünüşü yüzünden hor görülen bir köylünün kentli tarafından dışlanması; kimi zamansa, bir çeşit seks bara götürülen köylülerden birinin açlık/kendini taciz eden adam, memleketinde pamuk tarlasında çalışan kadın/burada konuklar arasından seçtiği bir adamla herkesin gözü önünde sevişen kadın arasında kalması yoluyla anlatılır.
İçerik olarak benzeşmese de, anlatımın vardığı nokta ile örnekler arasına ekleyebileceğimiz bir sahne daha vardır ki, bütün anlatılanların bir özeti, hatta başlangıç noktasıdır sanki. Filmin ilk çeyreğinde yer alan, kırka yakın plandan oluşan ve yaklaşık dört dakika süren bu sahne, otobüs ahalisini tanıma fırsatı vermektedir bize. Böylece onların göçtükleri yerde neden yabancı olacaklarını ve neden göçmüş insan yığını olarak adlandırılacaklarını daha iyi anlarız.
Sahnede, Stockholm sınırlarına giren ancak henüz şehre girmeyen otobüs son kez mola verir. Köylüler, karda kaymamaya dikkat ederek, tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için mola yerlerinden onlarca metre öteye, akan suya giderler. Şehirlilerden farklı oluşlarının ilk işaretidir bu. Kul yapımı değil, yaratıcının akıttığı suya yönelerek ihtiyaçlarını giderirler. Sonrasında gelecek bütün yaşayış biçimi örnekleri de bu farklı oluşa gönderme yapmaktadır.
Şehir insanının aksine gayet paylaşımcı olan köy insanları ihtiyaçlarını giderdikten sonra, ellerinde yiyebilecekleri ne varsa ortaya koyarlar. Şehirli olma yolunda önemli adımlar atmış olan otobüs şoförünün bu da yemek mi? türünden bencilliklerine üstelemeyen köylüler, yemek sonrasında ateş başında tef ve tahta kaşık eşliğinde oyun oynamayı da ihmal etmezler.
Kaşığı sadece yemekte kullanan insanların memleketinde garip figürlerle eğlenen ve şimdilik yerli olan köylüler, inanış sistemi ve uygulamaları ile de çok farklıdırlar. Bunu köylülerden birini namaz kılarken gördüğümüzde bir kez daha anlarız.
Farklılıkların söz konusu olduğu şeyler bunlarla da sınırlı değildir. Sahnenin son çeyreğinde yeni bir hayatla kucaklaşacak olan köylülerimiz, daha temiz ve düzenli gözükmek için bir kenarı kararmış aynalarında sakal tıraşı olur, saçlarını tararlar.
Bütün bunlar, saf köylülerin kendilerine özel olanla başka bir yere taşındıklarını göstermesi açısından önemlidir. Onlara göre, bir arada olmalarının verdiği güven ve benzerlikler sayesinde köylüler öteki değildir. Ancak hepimiz biliriz ki, filmin bu sahnesi Stocholmdekilerin değil, Otobüstekilerin yabancı olduğunu anlatmaktadır.
Son Mola sahnesi burada bitmez. Son planlarında, eğlenceli gözüken ama oldukça hüzünlü bir durum anlatılır. Kendisi de bir Anadolulu olan kötü adamımız otobüs şoförü, belki köylülerin umutlarına umut katmak, belki de kandırdığı dokuz adamın fotoğrafına gelecekte bakıp bakıp gülmek için yanında taşıdığı makinesiyle köylülerin fotoğrafını çekmek ister. Çeker de Bir araya toplayıp otobüs önünde aynı kareye sıkıştırdığı köylülerin her biri çekingen, tedirgin, kendine güvenen ve sair duygular içinde çıkarlar.
Hangi duygular içinde olurlarsa olsunlar, kader birliği yapmış olan bu dokuz adam, hatıralarının başlayıp bittiği andadırlar fotoğrafta. Ne de olsa bu fotoğraf karesi, bir bakıma fonda otobüsün olduğu bir İstanbul yahut Bir Stockholm Hatırasıdır.
Ocak 2009 http://kiyiyavuranhayaller.blogspot.com/2010/09/bir-stockholm-hatras.html
Uzak filmine yorum yazdı:
Uzak Filmi Ana Karakterlerinin "Farenin Yakalanma ve Atılma Sahnesi" Üzerinden Açıklanma Denemesi
Uzak
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan
Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan
Sanat Yönetmeni: Ebru Yapıcı
Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer Erkaya, Nazan Kırılmış, Feridun Koç
2002, Türkiye, 110 dk.
Kültürel modernizmin en büyük atılımı olarak nitelendirilen sinema, resmi olarak 1895de doğdu. Aslında daha önce, 1870lerde doğmuştu; dünyanın farklı köşelerinde birçok bilim adamı sinema araçlarını geliştirmeye başlamıştı bile. Ancak çektikleriyle ilk halk gösterisini yapmayı akıl edenler Fransız Lumiere kardeşlerdi.
1895ten bu yana temelde aynı kalmakla birlikte, teknolojinin getirdiği olanaklar ve insan beyninin sınır tanımayan yaratıcılığı sinemayı geliştirirken, özellikle Avrupa Sineması, ileride sanat filmi kavramına kaynaklık edecek filmler üretmeye başladı. Peter Leve göre sanat filmleri, I ... DevamıUzak Filmi Ana Karakterlerinin "Farenin Yakalanma ve Atılma Sahnesi" Üzerinden Açıklanma Denemesi
Uzak
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan
Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan
Sanat Yönetmeni: Ebru Yapıcı
Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer Erkaya, Nazan Kırılmış, Feridun Koç
2002, Türkiye, 110 dk.
Kültürel modernizmin en büyük atılımı olarak nitelendirilen sinema, resmi olarak 1895de doğdu. Aslında daha önce, 1870lerde doğmuştu; dünyanın farklı köşelerinde birçok bilim adamı sinema araçlarını geliştirmeye başlamıştı bile. Ancak çektikleriyle ilk halk gösterisini yapmayı akıl edenler Fransız Lumiere kardeşlerdi.
1895ten bu yana temelde aynı kalmakla birlikte, teknolojinin getirdiği olanaklar ve insan beyninin sınır tanımayan yaratıcılığı sinemayı geliştirirken, özellikle Avrupa Sineması, ileride sanat filmi kavramına kaynaklık edecek filmler üretmeye başladı. Peter Leve göre sanat filmleri, II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan, yüksek kültürlü izleyiciyi hedefleyen, içeriği ve biçimiyle yeni yaklaşımlar gösteren [filmlerdir] (1993:3-4den aktaran Öztürk 2000:33)*. Sanat filmleri tecimsel filmlere göre daha metinsel öğeler içerir, bunu yaparken doğasından kaynaklanan nedenlerle eylem arka plana itilir, karakterler üzerine yoğunlaşılır. İnsanın yalnızlığı, bireylerin yabancılaşması ve bu uzaklaşma sürecinde insan ilişkileri öne çıkar.
Kuşkusuz ki sanat filmleri bu tanımlamalar içerisine sıkıştırılamaz, dahası bu tanımlamaya uymayan kimi filmler de pekala sanat filmi sayılabilir. Ancak tüketim toplumunun su gibi içtiği ve şişesini bir kenara (çöpe bile değil) attığı filmlerin neredeyse tamamının bu tanımlamaların dışında olması sanat filmi tanımlamalarını haklı çıkarmaktadır.
Uzak filmi de, bu kalıplar içerisinde yerini alır. Filmdeki karakterlerin kendi içlerindeki yalnızlıkları, olaylardan çok durumlar üzerinden düşündüren yapısı, uzun planlardan oluşan durgun kurgusu, neredeyse fotoğraf karesi gibi çerçeveler ve özenli yönetim bu tanımlamalara uygunluğunu adeta tescillemektedir.
Konusu itibariyle Uzak, kasabadan kente gelen, kendine yeni bir hayat kurmak isteyen Yusufun (Mehmet Emin Toprak), uzaktan bir akrabası olan Mahmutun (Muzaffer Özdemir) yanına geçici olarak yerleşmesi üzerine kuruludur. Böylece biri kent yaşamına uyum sağlamış, diğeri taşra hayatından henüz kopamamış iki karakter üzerinden büyük bir karşıtlık var edilmiştir.
Filmin ilerleyen sahneleri boyunca şehrin kalabalığına rağmen kendi içinde yalnızlığını yaşayan Mahmutun başarısızlıklarını, yitirdiği umutlarının yeşermesine izin vermediği bohem ama düzenli hayatını ve bu düzeni, gelişiyle bir anda bozuveren, yaşam şekliyle gamsız Yusufun karşıtlıklarını izler dururuz. Ta ki, filmin son çeyreğinde karşımıza çıkan ve yaklaşık dört dakika süren farenin yakalanma ve atılma sahnesine dek.
Uzun zamandır Mahmutun evinde kalan ve yüzeysel tartışmalarının gittikçe derinleştiğini fark eden Yusuf, filmin genel yapısına aykırı bir planla (nereden geldiği belli olmayan kuvvetli bir ışık huzmesi ve garip seslerle) uyanır. Uyanmasıyla içeriden gelen farenin acı dolu çığlıklarını duyması bir olur. Filmin ilk sahnelerinden bu yana mutfağa gizlenmiş fareyi yakalamaya çalışan Mahmut, sonunda amacına ulaşmış, mutfak kapısının eşiğine koyduğu yapışkan bantlar, küçük fareyi yakalamıştır.
Yusuf, mutfağa gider. Kapının önünde durup canını yakan banttan kurtulmaya çalışan farenin hazin halini izlerken Mahmut gelir. Farenin yakalandığını gören Mahmut, fareyi kapıcının halletmesi için sabahı beklemelerini söyler. Yusuf, farenin daha fazla acı çekmesini istemediğini farenin çığlıklarını söz konusu ederek belli eder ve Mahmutun belirttiği yöntemle (bu haliyle sarmalayıp poşete koyup canlı canlı) çöpe atar. Halen ölmediğini bildiği farenin etrafını kedilerin sarması üzerine kararsız kalan Yusuf, poşeti eline alır ve etrafını kolaçan eder etmez duvara çarparak öldürdüğünü varsaydığı fareyi tekrar çöpe atar. Mahmut ise yaşananların tamamını camdan izlemektedir.
Oldukça sade planlarla, doğal diyaloglarla akıp giden sahne, anlattıklarıyla çok bilindik, herhangi bir zamanda herhangi birimizin yaşayabileceği bir durum gibi gözükmesine rağmen, aslında filmin karakterleri hakkında önemli fikirler vermektedir.
Kent/kasaba yaşantısının uzantısı olan Mahmut ve Yusuf, temelde çok farklı insanlar olmakla birlikte, gittikçe birbirine benzeyen karakterler olmaya başlamışlardır. Mahmut, iyi bir işe ve eşe sahip olmasına rağmen bunları değerlendirememiş ve zaman içinde eşini, sanat fotoğrafçılığı hayallerini yitirmiş bir adamken; Yusuf, denizci olma hayalleri ile İstanbula gelmiş, ancak o da istediklerini elde edemediğini görmeye başlayınca, Mahmutun, ürünlerinin fotoğraflarını çektiği firmaya bekçi olarak girmeyi isteyecek bir adam haline dönüşmüştür. Yalnızlıkları, işsizlikleri (ne de olsa Mahmut istediği işi yapamamaktadır, dahası bunun için en küçük bir çabası dahi yoktur), kadınsızlıkları (Mahmut cinselliğini, üzdüğünü anladığımız bir kadınla bastırıp halen eski karısına aşıkken; Yusuf apartmanda gördüğü kızdan hoşlanır, karşılık göremeyeceğini anlayınca, metroda yanına oturduğu kızın bacaklarını süzer) fareli sahne öncesinde birbirine benzeyen özelliklerinden sadece üçüdür.
Farenin acıyla attığı çığlıklar, aslında Mahmut ile Yusufun ruh çınlamalarıdır. Hayata tutunamamışlıkları, çırpınışları, kurtulmaya çalışan farenin şu anki halinden hiç de farklı değildir. Fare kurtulmaya çabalarken, onlar (henüz) ayakta, kendi yakın geleceklerini izlemektedirler.
Toplumun bir bakıma dışladığı Yusuf ile toplumu dışlayıp sonra da onda kendine ait bir şeyler aramadığını fark ettiğini düşündürten Mahmut, fareyi kıstırmış halde ve fazla göz göze gelmeden (ne de olsa oradaki kendileridir) fikir alışverişinde bulunurlar. Bireyselliği hat safhada olan Mahmut, fareyi acılar içinde sabaha kadar bekletebilecekken, diğeri henüz toplumdan kopamamış bir kasabalıyı simgelercesine farenin daha fazla acı çekmemesi için çözüm bulmak ister. Çözüm daha üstün konumda olan ev sahibi tarafından bulunur: Öldürmeksizin bir poşete konularak çöpe atılacaktır fare. Yusuf, bu çözümü pek beğenmemekle birlikte (sonuçta farenin acıları dinmeyecektir) kabul eder. Poşete koyduğu fareyi kedilerin etrafını sardığı çöplüğe atıverir. Ancak içindeki kasabalı taraf yine su yüzüne çıkar ve fareyi bu haliyle kedilere bırakamayacağını hatırlatır. Bir anlığına fareyi koruma altına alacağını düşündüğümüz Yusuf aslında dönüşümünü tamamlamak üzeredir ve iyiyi değil kötünün iyisini yapmaya karar vererek fareyi öldürür. Bu sayede fare, kediler tarafından canlı canlı yenmekten kurtulur ancak ölümden kaçamaz. Farenin ölümden kaçamaması, Yusufun bireyselleşmekten kaçamaması gibidir. Bu gidişatı başından beri pencereden izleyen Mahmut, olayın/durumun gizli suç ortağı olarak sessiz kalır ve Yusuf eve dönerken ona gözükmemeye çalışarak yavaşça geri çekilir. Bu hareketiyle suça ortaklığını kabul etmiştir. Artık aynı toplumun birbirinden uzak yabancılaşmış bireyleridirler.
Sinematografik anlamda yeni bir şey söylememekle birlikte, metinsel öğelerin katkısıyla, film boyunca birbiriyle ters düşen Mahmut ile Yusufun aynı kefeye koyulduğunu, dahası aynılaştığını gösteren fareli sahne, filmin can alıcı noktasıdır. Filmin bireyleri ortak bir sorunun serim aşamasında ne kadar farklılıklar gösterseler de düğüm ve çözüm aşamasında aslında birbirlerinden hiçbir farklarının olmadığını kabullenmişlerdir: Her ikisi de, fare gibi sıkışmış, adeta hayata yakalanmışlardır.
*Öztürk, S. R. (2000) Sinemada Kadın Olmak: Sanat Filmlerinde Kadın İmgeleri. İstanbul: Alan Yayıncı
Ekim 2008