Yalnızlar Rıhtımı

(1959)

The Lonely Ones' Quay

Film 1 Saat 53 Dk. Dram, Romantik Türkiye

6.3

7 OY
PUAN VER
5

Imdb: 6.4 (128 OY)

KONUSU
Döviz kaçakçısı ve bar sahibi Ali’ye (Turgut Özatay) metreslik yapan konsomatris Güner’le (Çolpan İlhan) kaptan Rıdvan’ın (Sadri Alışık) aşk ve macera öyküsünün anlatıldığı filmin bazı sahnelerinin çekimleri İzmir’de yapılmıştır.

"Yalnızlar Rıhtımı" gösterime girdiği günlerde çeşitli tartışmalara y
... Devamı
Döviz kaçakçısı ve bar sahibi Ali’ye (Turgut Özatay) metreslik yapan konsomatris Güner’le (Çolpan İlhan) kaptan Rıdvan’ın (Sadri Alışık) aşk ve macera öyküsünün anlatıldığı filmin bazı sahnelerinin çekimleri İzmir’de yapılmıştır.

"Yalnızlar Rıhtımı" gösterime girdiği günlerde çeşitli tartışmalara yol açtı. Bazı sinema eleştirmenleri tarafından övülürken, bazıları tarafından da insafsızca eleştirildi. Filmin senaryosunun Marcel Carne’nin yönettiği Jean Gabin’li Sisler Rıhtımı (Le Quai des Brumes) (1938) adlı filminin etkisiyle kaleme alındığı ileri sürüldü. Bu filmin senaristi de Attila İlhan gibi bir şair olan Jacques Prevert’di. "Yalnızlar Rıhtımı" da Sisler Rıhtımı gibi Şiirsel Gerçekçilik akımına daha yakın duruyordu. O günlerde senaryoyu yazan şair Attila İlhan gazetelerde bu eleştirilere yanıt vermişti.

YORUM YAZ

SPOILER

YENİ YORUMLAR

Tüm Yorumlar
A

@asim_mauser

7 yıl önce

Türk Sinemasında Şiirsel Gerçekçi Bir Deneme

İki büyük harp arası dönemin Fransız sinema akımı olan Şiirsel Gerçekçilik ( Realisme poetique) akımıyla ilgili olarak muhtelif yazılarda fikir beyan etmiştik. Akımın ortaya çıkışında, 20'li yılların başındaki zevk, süs, debdebe çağını sona erdiren büyük iktisadi buhranın etkili olduğu söylenebilir. Avrupa sokaklarının işsizlerle dolu olduğu, enflasyonun, fakirliğin yükseldiği bir dönemde meydana gelen dağdağa, sanat adamlarına da tesir etmiştir. Bir yerde siyasi bir çalkantı, efendime söyleyim iktisadi bir buhran söz konusu ise bu durumun her dimağa tesir etmesi, bunun da sanat, felsefe akımlarına yansıması gayet tabi bir sonuçtur. Mesela ikinci büyük harp sonrası felsefede artan varoluşçu tesirler yahut hemen harp sonrası İtalyan sinemasında zuhur eden toplumsal gerçekçilik akımı hep dünyanın yaşadığı iyi kötü durumlarla alakalı olarak meydana gelmiştir. Fransızların "conjoncture" kelimesi
... Devamı
Türk Sinemasında Şiirsel Gerçekçi Bir Deneme

İki büyük harp arası dönemin Fransız sinema akımı olan Şiirsel Gerçekçilik ( Realisme poetique) akımıyla ilgili olarak muhtelif yazılarda fikir beyan etmiştik. Akımın ortaya çıkışında, 20'li yılların başındaki zevk, süs, debdebe çağını sona erdiren büyük iktisadi buhranın etkili olduğu söylenebilir. Avrupa sokaklarının işsizlerle dolu olduğu, enflasyonun, fakirliğin yükseldiği bir dönemde meydana gelen dağdağa, sanat adamlarına da tesir etmiştir. Bir yerde siyasi bir çalkantı, efendime söyleyim iktisadi bir buhran söz konusu ise bu durumun her dimağa tesir etmesi, bunun da sanat, felsefe akımlarına yansıması gayet tabi bir sonuçtur. Mesela ikinci büyük harp sonrası felsefede artan varoluşçu tesirler yahut hemen harp sonrası İtalyan sinemasında zuhur eden toplumsal gerçekçilik akımı hep dünyanın yaşadığı iyi kötü durumlarla alakalı olarak meydana gelmiştir. Fransızların "conjoncture" kelimesi ile ifade ettikleri durum tam olarak bu olsa gerek. İşte bir sanat eserini kavramaya çalışırken, tüketicinin dikkate alması gereken en mühim şeylerden biri de budur: "conjoncture"

Mesela 20'lerin başında Almanya'da müthiş bir eğlence çağı yaşanmış. Berlin kenti, dini hikayelerde helak olan kavimlerin yaşadığı kentler gibi tam bir ihtişam kenti imiş. Revüler, kabareler, dansçı kızlar, içki vs. gırla giderken bir de aslında Almanya'nın karşı karşıya kaldığı hakikat tablosu ise bambaşka.

"1923 Şubatında Berlin?de bir kilo et 3.400 Mark iken, Kasım ayında bu fiyat 280 Milyar Mark idi. 1921 de bir Dolar 70 Mark ilen, 1923 Kasımında bir Dolar 840 milyar Mark idi. Vergiler devlet masraflarının ancak %2 sini karşılıyordu. Solcuların kışkırtmasının da etkisiyle memlekette grevler artarken ve halk dükkanları yağma ederken, öte yandan Nasyonel- Sosyalist Partinin lideri Adolf Hitler, hükümeti ?Soyguncular ? diye adlandırıyor ve ?Diktatörlük istiyoruz? diye bağırıyordu. (Prof. Dr. Fahir Armaoğlu ? 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi)

Sözü uzatmayalım, bu çalkantı döneminde Berlin'in nüfusu olmuş 4 milyon. Adım adım çöküşe felakete doğru sürüklenen kenti, dönemin dışavurumcu yazarı Alfred Döblin şu şekilde ifade etmiş : ?Berlin! Berlin! Berlin! Denizin dibinde bir trajedi. Batmıştı Berlin denizaltısı. Hava alamamıştı içindekiler. Hava alamadıklarına göre de ölmüşlerdi.? Zaten 1928 yılında yazdığı Berlin Aleksander Meydanı isimli romanı da tam bu kargaşa ortamını anlatan dışavurumcu bir başyapıttır.

Yakın yıllarda Frankfurt'a giden Ahmet Haşim de seyahatnamesinde bu kargaşa dönemini bize has bir üslupla güzelce anlatır: "Sarı bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde uydurma bir kayış, uydurma bir matara ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma teçhizatıyla erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim? Bunlar ?Hitler? askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir "

Bu hayırsız ortamın Almanya'yı, daha doğrusu dünyayı nereye götürdüğü ortada, anlatmaya lüzum yok. Biz bu ortamın sanatı nereye götürdüğü ile ilgileneceğiz. Almanya'da mevcut bu kargaşa ortamındaki etkin sanat akımı dışavurumculuk. Pek karamsar bir akım. Halbuki Goethe, Schiller, Novalis, Hölderlin, Heine böyle miydi? Evet eserlerinde bir hüzün vardı ama bu asla bir cinnet karamsarlığına denk bir hüzün değildi. Onlar ekseriyetle Antik Yunan'ın altın çağlarına özlem duyan, tabiat esinleri ile kendilerinden geçen yazarlardı. Halbuki bir dönem geldi ki artık hiç kimse o altın çağın gelmeyeceğine kani oldu. Yeni gelenler romantikler gibi tabiattan esinlenen cennet tabloları yerine, insanın iç dünyasındaki cinneti ortaya çıkaran, cehennem tabloları çizmeyi daha uygun bulmuşlardı. Artık kabusa benzer vampir, hasta ruhlu bilim adamı, canavar, hortlak, çocuk katili hikayeleri vardı eserlerde. Esasında bu durum cinnetin eşiğindeki bir topluma ait ruh halinin sanata yansımasıydı. Ve o cinnet eşiğindeki insanların kaçınılmaz bir şekilde nasyonal sosyalizme bel bağlayacaklarının habercisiydi. Örneğin Lang'ın 1931'de çektiği "M" filminde bir çocuk katilini yargılamak için kurulan sahte mahkemeler, zorba şeflerin peşine takılan kalabalıklar adeta devam eden yıllarda yaşanacak manzarayı bize haber vermektedir.

Bu ortamda doğan akımın, Fransız şiirsel gerçekçiliğine de yön verdiğini söyleyebiliriz. Neden şiirsel ve neden gerçekçi? Evvela bunu açıklayalım: Şiirsel olmasının sebebi sinemaya sesin girişi ile alakalıdır. Dönemin sinemacılarına göre sinemada sesin pek de önemi yoktur. Esas olan görüntü ve akış olduğuna göre, ses de o akışa ahenkle eşlik edecek bir unsur olmalıdır. Bu görüşten hareketle söze, akış, ahenk, musiki yüklenmeye çalışılmış yani diyalog yerine adeta şiir yazılmıştır. Örneğin dönemin öncü yönetmenlerinden Marcel Carne'nin biricik senaristi şair Jacques Prevert'tir. Akımın en meşhur filmlerinden Sisler Rıhtımı'nın diyaloglarına bakılırsa ne demek istediğim daha kolay anlaşılır.

Şimdi gerçekçi olmasının nedenine gelelim. Evvela bahsini ettiğimiz iktisadi buhranın ciddi bir tesiri olmakla beraber akımın Alman ekspresyonizminden etkilenmesi de bir şekilde önem arz eder.O dönem Fransa'da kübizm, fütürizm, dadaizm, sürrealizm gibi akımlar var ise de bunların kerameti kendinden menkul akımlar olduğunu söylersem umarım abartmış olmam. Zira memleket büyük bir buhranla boğuşurken bu gibi akımların dar bir çevrede etkili olması muhtemel bir sonuçtur. Lakin o dönemde açlık, yoksulluk, işsizlik gibi ortak dertler herkesi can evinden yakalayacak mevzular olduğundan, sanatçının gerçekçiliğe meyletmesi daha akıllıcadır. Alman eskpresyonizmi kişilerin çürümüş iç dünyalarını yansıtıyor,sahneler, dekorlar bile buna yönelik tasarlanıyordu. Gerçekçilikten öte soyuttu, ama üstü kapalı bir şekilde gerçeği anlatıyordu. Karamsardı ve anti kahramanı yaratmıştı. Örneğin Döblin'in yarattığı Franz Biberkopf karakteri, Tegel Hapishanesinden çıkıp kendi kendine artık namuslu yaşama sözü veren, fakat bir süre sonra içerisine düştüğü ortamın etkisi ile suça bulaşmak zorunda kalan bir talihsizdi. İki akıma göre de hayat çok acımasızdı. Fransız şiirsel gerçekçiliğinde de buna benzer bir çok kader kurbanı görülecektir. Yine artan iktisadi buhranın tesiri ile suç dünyası oluşmuş olup Amerikan kara filmlerindeki suç atmosferi sinemaya girmişti. Şiirsel gerçekçilikte, Alman filmlerindeki ucubelerin yerini, ucubeden farksız olan melankolik, karamsar, çürümüş, sefil, hastalıklı karakterler alacaktır. İşte Fransız sineması bu etkiler ile gerçekçiliği birleştirerek ve ona bir de şiirsel üslup katarak kendi akımını yaratmıştır.

Şayet buraya kadar okuduysanız, bir Ömer Lütfi Akad filminde neden bu kadar uzun bir giriş yaptığım merak konusu olmuş olabilir. Sebebi Yalnızlar Rıhtımı isimli filmde ciddi bir şiirsel gerçekçilik tesiri görülmesinden kaynaklıdır. Üstelik filmin çekildiği dönemde Fransız sinemasında bile şiirsel gerçekçi örnekler bulunmazken neden bizde böyle bir film çekildiğini birazdan izah edeceğim.

http://www.resimag.com/2eaf4b08.jpeg

Filmin senaristi Ali Kaptanoğlu'dur. "Kim bu Ali Kaptanoğlu?" demeyin, kendisi meşhur şairimiz Attila İlhan. Biliyorsunuz Fransa'da bulunmuş. Filmin senaryosunu yazmış, Ömer Lütfi Akad da çekmiş. Filmde oyanayan Sadri Alışık, Çolpan ilhan ikilisinin ancak ölümle son bulacak birliktelikleri de bu filmle başlamış.Şimdi biraz filmin hikayesine değinelim:

Rıdvan (Sadri Alışık) bir gemi kaptanıdır. Bir zaman, yolu Yalnızlar rıhtımındaki Lozan Bara düşer. Burada barın yıldız assolisti Kontes Güner'le (Çolpan İlhan) tanışır. Güner ruh sancıları içinde kendini alkolle avutan bir karakterdir ve bu barda takılan gangster Amerikan Ali'nin ( Turgut Özatay) metresidir. Ali onu bataklıktan çekip çıkarmış assolist yapmıştır.

Rıdvan?ın Güner?le tanışması hem bir aşkı doğurur hem de umutsuzluk içinde kaybolup günden güne yok olan, çürüyen Güner?e yeni bir umut verir. Tertemiz bir sayfa yeni bir başlangıç ümidiyle Güner, Rıdvan?a aşık olur. Ancak belalısı Amerikan Ali yakasını bırakmamaktadır. Yani filmin esas kızı yarı melankolik yarı umut etmek isteyen acayip bir karakterdir, daima karamsar ve şiirsel sözler sarf eder.

Yerel bir gangster olan Amerikan Ali esnada büyük döviz kaçakçılığı vurgunu peşindedir. Sadettin Erbil, Osman Alyanak ve Ahmet Tarık Tekçe gibi Türk sinemasının büyük oyuncuları da karşımıza kirli adamlar olarak çıkarlar. Güner'le Rıdvan'ın yakınlaşmasını keşfeden belalı adam Ali, buna engel olmaya çalışır. Filmde Ali'nin karşıtığı kriminal olaylarla aşk hikayesinin kesişme noktası oldukça zayıftır ve bu hikayelerin farklı kulvarlarda ilerlemesi, sırf filmde suç bulunsun türünden bir gaye ile hareket edildiği izlenimini uyandırmaktadır. Neticede kriminal olay ayrı bir boyutta aşk hikayesi ayrı bir boyutta ilerleyecek, Ali'nin çetesi yakayı ele verecek, Ali bu gruptan ayrı olarak Rıdvan'la hesaplaşacaktır. Final sahnesinde ise kahramanlarımız Rıdvan ve Güner yeni bir sayfa açmak üzere el ele yürüyecektir.

Hikayenin girişi ve gelişmesi bize şiirsel gerçekçi filmleri anımsatsa da son bakımından ortada bir farklılık mevcuttur. Şiirsel gerçekçi film hikayelerinde karakterler içine saplandığı bataktan son bir çıkış yolu, son bir kaçış bulacak gibi olsalar da finalde asla bunu gerçekleştiremezler. Karakterler aşkları için son bir umuda giderlerken, genelde kaçınılmaz ölümle karşılaşırlar.

O dönemin eleştirmenleri, filmi senaryo olarak Carne'nin Sisler Rıhtımı filmi ile mukayese etmişler ve Attila İlhan'ın bu filmden esinlendiğine dair suçlamalarda bulunmuşlar. Hakikaten de bir takım benzerlikler mevcuttur. Sisler Rıhtımında hikayeye tıpkı Rıdvan gibi bir yabancı olarak giren Jean isminde bir asker kaçağı, Amerikan Ali'ye benzer Lucien adında bir gangster ve bu gangsterin bir de çetesi vardı. İki filmde de bu çetenin karıştığı kriminal olaylar mevcuttu. Ayrıca Lucien isimli gangsterin takıntılı olduğu kız Nelly de tıpkı Güner gibi yabancıya aşık oluyordu. Yine her iki filmde de aşıklar yeni bir umuda kaçmak için çabalıyorlardı. Hikayenin geçtiği yerler de pek farklı sayılmaz. Sisler Rıhtımı bir liman kenti olan Le Havre'de bolca geminin bulunduğu bir ortamda çekilmiştir. Benzer bir atmosferi filmimizde de görüyoruz, filmde İzmir ve İstanbul sahneleri var. Sadece son bakımından iki film ayrılmakta. Birinde umuda yolculuk ötekisinde ise ölüm var. Kısacası kanaatim bu iddiaların doğru olabileceği yönünde. İki filmin de senaristinin şair olması da bir başka benzerlik. Attila İlhan'ın Fransa'da bulunduğu sıralarda bu filmi izleyip etkilenmiş olma ihtimali de yüksek geliyor. Neticede tüm bu hususlar birleşince Türk sinemasında vakti zamanın da bir şiirsel gerçekçi deneme yapıldığı sonucuna ulaşıyoruz. Filmde yer alan gangsterler, bunalımlı karakterler, melankolik hava yukarıda şiirsel gerçekçilik ile yaptığımız açıklamaların tamamına uygun düşüyor.

Filmin atmosferi bir Türkiye manzarasından oldukça uzak. Daha çok Fransa'da bir barı andıran Lozan Barın, Türk meyhane kültürüyle uzaktan yakından alakası olmadığı için gördüğümüz haddinden fazla steril bir ortam bizi gerçeklikten uzaklaştırıyor. Film için Necdet Koyutürk tarafından bestelenmiş "Yalnızlar Rıhtımı " adlı tango şarkısı ve ona eşlik eden akordeon tınıları adeta bir Fransız filmi izliyormuşuz gibi hissettiriyor. Film boyunca kulağımıza çalınan laterna benzeri müzik, kimi zaman barda çalan caz parçaları yine bizi Fransız filmi havasına sokuyor. Neticede Türk sinemasına oldukça yabancı, gerçekliği ise Fransa'ya dayanan, şiirsel ama acayip bir film izlemiş oluyoruz.

Film için bestelenen şarkıları kim söylemiş haydi tahmin edin. Yasemin Esmergül! Kim bu Yasemin Esmergül? Hani "Süt Kardeşler" filminde gözlerini belertip bakan arap bacı vardı ya, işte o! Böyle güzel bir sesi olduğunu bilmiyordum. Vallahi Umut Sarıkaya karikatüründeki gibi zenci övesim geldi şu an. Abi zencilerin spordaki ve müzikteki başarısı... Neyse...

http://www.resimag.com/b9e56361.gif

Bu karı beni ya yer... Ya da yer...

Biraz da Çolpan İlhan, Sadri Alışık ikilisine değinelim. Bahsini ettiğim üzere ölümsüz aşkları bu filmde başlamış. Sadri Alışık gemici kıyafeti içerisinde filinta gibi duruyor. Çolpan İlhan ise incecik bedeni ve o hisli hisli bakan ahu gibi gözleriyle mükemmel bir güzellikte görünüyor. Türk sinemasının alışık olduğu dolgun, balık etli kadın imajından uzak ama hakikaten değişik, gizemli bir güzelliği var, yüzü harika ve henüz 23 yaşında. Melankolik bir karakteri ise çok iyi canlandırmış. Lakin Sadri Alışık senaryo gereği o büyük oyunculuğunu pek sergileme imkanı bulamamış. Bu hususun sadece senaryo ile alakalı olduğunu düşünüyorum.

Bunca sözden sonra bir sonuca varmamız gerekirse, bu filmde Akad'ın sinema arayışının sürdüğünü söyleyebiliriz. Değişik bir deneme yapmış. Bir Fransız şiirsel gerçekçi filmi çekmiş. Filmin Türkiye gerçekçiliği ile alakası yok. Devam eden yıllarda Türkiye gerçeklerini arama yoluna girecek olan Akad'ın böyle bir deneme yapması, sinema külliyatımıza farklı bir sanat eseri kazandırmış. Çekildiği dönemde özellikle Attila İlhan yerden yere vurulmuş ve film ciddi eleştiriler almış. Tüm bu sayılan hususlar dışında film büyük sinema ustamızın elinden çıkmış, derli toplu, bize uygun olmasa da sinemasal bir amaç ihtiva eden, estetik ve Türk sineması adına oldukça değerli bir filmdir. Saygılar.

@enik_kral

10 yıl önce

'' yalnızlığım bir limana girdiğimde başlar...'' gibi replikleri duyunca şaşırmayın,

çünkü yalnızlar rıhtımının senaryo yazarının, Attila İlhan olduğunu görünce bu durumu gayet normal karşılıyorsunuz...
SPOILER

Yalnızlar Rıhtımı filmine Benzer Film ekliyorsun.

Arama Sonuçları

Yalnızlar Rıhtımı filmini Kategorize ediyorsun.

Bu filmi aşağıdaki seçenekleri işaretleyerek kategorize edebilirsin.

Arama Sonuçları

Yalnızlar Rıhtımı filmine Konu ekliyorsun.

Arama Sonuçları

FİLM İLE İLGİLİ İSTATİSTİKLER
GİRİŞ YAP
Şifremi Unuttum!

ÜYE DEĞİL MİSİNİZ?

HEMEN ÜYE OLUN
Aktivasyon Mailim Gelmedi!
ŞİFREMİ UNUTTUM
AKTİVASYON MAİLİ GÖNDER
ÜYE OL