... Devamı Hikayemiz idealist bir valinin (Faruk Yazıcı) merkeziyetçi-bürokratik yapının doğal sonucu olarak soğuttuğu, birbirinden uzaklaştırdığı, hatta kimi zaman kopardığı devlet-halk ilişkisindeki kısır döngüyü kırma çabası üzerine odaklanır. Bu çabanın görünürdeki somut hedefi ise, yaklaşık otuz yıldır, yukarıda sayılan sebeplerden ötürü bir türlü yapılamayan bir KÖPRÜdür. İktidarlar gelip geçer, o yöreden seçilen milletvekilleri, her defasında birbir umutla Ankaraya gönderilir, içlerinden bakanlar, başbakanlar çıkar. Sayısız, raporlar, projeler hazırlanır, ama köprü ne hikmetse bir türlü yapılamaz. Bu arada hastalar hastaneye yetişemez, çocuklar okuluna gidemez, bazıları Karasunun hışmına uğrayıp sulara kapılır, gencecik anneler, karınlarında çocuklarıyla ölür.. isyan feryatları ayyuka yükselir ve karşılık olarak köprünün zarureti üzerine bir rapor daha tutulur.
Vali Faruk Yazıcı, şehre atandıktan kısa bir süre köprü sorununa el atar. Yaşadığı birkaç trajik olay, özellikle Başbağlar katliamı.. nehrin karşı yakasında terör örgütü insanları acımasızca öldürürken, köprüsüzlük yüzünden devletin, o insanların yardımına koşamayışı, zaten inatçı bir yapıya sahip olan Vali için köprüyü, nerdeyse bir ölüm-kalım meselesi haline getirir. Şu cümle beynine ve ruhuna mıh gibi çakılmıştır: GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR! aynı sınırlar içinde yer almak, eğer gidemiyorsan hiçbir şey ifade etmez!