La Meglio Gioventuİş yoğunluğundan bir süre İtalya'yaya vakit ayıramadım ama 6 saatlik çok özel bir film olan La Meglio Gioventu ile arayı kapattım. Filmin süresi tek özelliği gibi anlaşılmasın, aksine bir başlayınca, çok sevdiğiniz bir seriyi nasıl birkaç bölüm üstüste severek izliyorsunuz, bu film de aynen kendini, sıkmadan izlettiriyor. Bu yüzden öncelikle süresi yüzünden bekletenlere, siz bir an önce başlayın, merak etmeyin devamı geliyor şeklinde bir tavsiyede bulunayım.
Film İtalya'nın 1960-2000 yılları arasında başına gelenleri(!) iki erkek kardeşin hikayesi üzerinden anlatıyor. Filmi anlatmayacağım, koca ülkede 40 senede olanları yazmaya başlarsam -zaten uzatan bir insanım- bu satırlar yetmez. Sadece filmle iligili paylaşmak istediğim birkaç nokta var, biraz bunlardan bahsedeceğim. Hikayenin ana karakterleri olan iki kardeş, Matteo ve Nicola'nın, Giorgia'yla tanışması hikayenin miladı olarak görülebilir. Her ne kadar bu tanışma filmin başlarında gerçekleşse de hikayenin kırılma noktası olduğu kesin. Karakterler de bu andan itibaren derinleşmeye ve farklılaşmaya başlıyorlar. Aslında benim de filmle ilgili sıkıntım burada başlıyor, çünkü bu değişimle birlikte, asıl karakter olarak gördüğüm Matteo biraz geri plana atılıyor ve yerini diğer kardeş Nicola alıyor. Evet, Nicola'nın hikayeye kattıkları bir yan karakterden çok daha fazlası ama Matteo'nun Nicola'nın gerisinde kalması, asıl derin ve kesinlikle çarpıcı bir karakter olan Matteo'nun harcanması gibi geldi bana. Oysa Matteo'nun değişimi, iç dünyasındaki karmaşa, kesinlikle filmin ana olayı olmalıydı. Sanırım biraz da tarih anlatabilmek için Matteo'nun bu zamandan ve mekandan soyutlanabilecek karakter yapısı gözardı edilmek zorunda kalınmış. Bunun dışında, film her ne kadar öyle aman aman bir senaryoya sahip olmasa da, hikayenin akıcılığı ve arka planda İtalya ile, belki dünya sineması adına değil ama İtalya sineması için gerçekten önemli bir eser.
Devri Alem'in İtalya durağı için ise kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Roma'dan Floransa'ya, Sicilya'dan Torino'ya birçek şehre göz atma fırsatı buluyorsunuz. Ama ne yalan söyleleyim İtalya'da bulunmuş biri olarak filmin, şehirlerin, özellikle Roma'nın hakkını veremediğini düşüyorum. Belki de bu çok güzel ülkeye sahip olmak onları bizim olduğumuz kadar heyecanlandırmıyordur. Mekanlar dışında filmin arkaplanını oluşturan 40 senelik tarih, filmde çok iyi işlenmiş. Bazen karakterlerin yaşamına direkt etkide bulunurken bazen arkadan göz kırparak senaryoda neredeyse kusursuz ilerliyor. Belki de filmin sürükleyici olmasındaki en önemli etken de budur. 1966 Floransa Sel Felaketi, dönem filmlerinin vazgeçilmezi hippiler, meşhur İtalyan mafyası, eylemler, suikastler gibi önemli olaylar da filmde -ne kadar doğru bilemem ama- incelikle işlenmiş.
Filmle ilgili bahsetmeden geçemeyeceğim bir diğer konu, kullanılan şarkılar. House of Rising Sun'la başlayan film, daha baştan kendini sevdirmeye çalışmış, orası belli. Kendi adıma başarılı oldu da ama bir ara Queen'in tüyler ürpertici, harika eseri Who Wants to Live Forever çalınca, hadi oradan! demekten kendimi alamadım. Bu konuda geri kafalıyım belki ama bazı şarkılar vardır ki, onları kullanmadan önce iki defa düşünmek gerekir.
Son olarak, madem İtalyanları Türklere benzetmek gibi bir eğilimimiz var, o halde üniversitedeki hocaya kulak verelim. Zira kendi hocalarıma da benzettiğim bu adam, kendi ülkesi için olduğu kadar benim ülkeme de çok uyan bir cümle sarfediyor:
''Kaderi yok olmak olan, çok güzel, işe yaramaz bir yer.''