10 yıl önce
Ölüm Uykusu filmine yorum yazdı:
Kayıp Kız filmine yorum yazdı:
Zahiri Evliliğin Tehlikeli Oyunları: Gone Girl
Hollywood'ungözümüzden ve gönlümüzden eksik etmemesini dilediğimiz yönetmenlerin başında gelir David Fincher. Alien 3'ten bu yana sektöre kazandırdığı yapımlardan aldığımız ilhamı düşününce nedenkendisine saygı duymamız gerektiğini bir kez daha hatırlarız.Kamera arkasındakivarlığını sapına kadar hissettirmesi bir yana,elindeki hikayeyi perdeye en iyi yansıtabilen, düşüncelerini izleyicilerine en isabetli şekilde iletebilen isimlerden biri olması, Fincher'ı sektörün soğuk zirvelerine taşımak içinyeterlidir. Eğer Fight Club, Seven, The Game, Zodiac, The Social Network veThe Curious Case of Benjamin Button gibi eserleri her daimbaşucumuzda tutuyorsak bu onun sayesindedir.Kariyeri boyuncahafif sikletkaldığı Panic Room ve orijinal versiyonunafarklı bir yorumkatamadığı The Girl with the Dragon Tattoo dışında iniş yaşamamış yönetmenin uzun süredir beklenensonçalışması Gone Girl,hepimizde büyük merak uyand ... DevamıZahiri Evliliğin Tehlikeli Oyunları: Gone Girl
Hollywood'ungözümüzden ve gönlümüzden eksik etmemesini dilediğimiz yönetmenlerin başında gelir David Fincher. Alien 3'ten bu yana sektöre kazandırdığı yapımlardan aldığımız ilhamı düşününce nedenkendisine saygı duymamız gerektiğini bir kez daha hatırlarız.Kamera arkasındakivarlığını sapına kadar hissettirmesi bir yana,elindeki hikayeyi perdeye en iyi yansıtabilen, düşüncelerini izleyicilerine en isabetli şekilde iletebilen isimlerden biri olması, Fincher'ı sektörün soğuk zirvelerine taşımak içinyeterlidir. Eğer Fight Club, Seven, The Game, Zodiac, The Social Network veThe Curious Case of Benjamin Button gibi eserleri her daimbaşucumuzda tutuyorsak bu onun sayesindedir.Kariyeri boyuncahafif sikletkaldığı Panic Room ve orijinal versiyonunafarklı bir yorumkatamadığı The Girl with the Dragon Tattoo dışında iniş yaşamamış yönetmenin uzun süredir beklenensonçalışması Gone Girl,hepimizde büyük merak uyandırıyordu yukarıda bahsettiklerim nedeniyle. Filmi izledikten sonra gördük ki Fincher, filmografisine başarılı sayılabilecek bir halka daha eklemiş.
Yazar Gillian Flynn'in romanındanbeyaz perdeyeaktarılmışGone Girl, izleyicisini genç birkadının esrarengiz kayboluşöyküsüne dahil etmekte.Beşinci evlilik yıldönümünde aniden ortadan yok olan Amy Dunne (Rosamund Pike) vepolisin bir numaralı şüpheli olarak gördüğüeşi Nick Dunne (Ben Affleck) etrafında şekillenen hikaye, tam anlamıyla bir sis bulutundan ibaret;aynı zamanda izlediği doğrultuyu muhafaza etmeyen bir yapı benimsemiş.Sert virajların ve ani kırılmalarınyön verdiğimacera medyanın da içerisinde yer aldığı bir kördüğüme dönüşüyor zamanla. Geçmişeait parçalar eşliğinde, ikilinin ilişkilerinedairtedirgin edicianalizler sunan Gone Girl,anlık değişenseyri ilegerçekler konusunda emin olamadığınız, gizemlibir kılığa bürünüyor.
Filmin tamamında Fincher'ın tipik özelliklerine rastlanabiliyor çünkü Gone Girl tam da onun yönetmek isteyeceği bir hikayeye sahip. Tempolu, ilgi çekici ve sır dolu.Akıl oyunları ve keskin dönüşler içerenöykülerdetarzını konuşturduğunu biliyoruz usta ismin. Durum burada da farklı değil.Yine sürükleyiciliğini son anına kadar muhafaza eden ve izleyicisinin iştahını kabartan bir eseryaratmış Fincher.Ancak bu defa zihinleri rahatsız edecek kadar sert olmayan, dahaılımlı ve softbir dil kullanmış. Atmosferikarartmak için seçtiği palette her zamanki siyahlar yerine gri tonlar ağırlıklı.Oldukça iddialıbir imaj çizenyapım az da olsa güç kaybetmiş bu yönden bakıldığında. Yönetmenin önceki çalışmalarındabüyük rol oynayanpsikloloji katili bir senaryonun Gone Girl'devar olmayışı da durumu etkilemiş tabii ki. Seven ve Fight Club?daki kadar sağlamolmasa bile kurgu desteğigörebilen Fincher'ın en etkili olduğu nokta, film bittikten birkaç gün sonra bile hikayenin kafalarda devam etmesinisağlamış olması.Medya karmaşası içinde cebelleşen çiftin çekiciilişkisi, izleyici tarafından o kadar benimseniyor kikurgulanan dünyanın tesirinden kurtulmak kolay olmuyor. Atticus Ross ile birlikte yapımın müziklerine imza atmışTrent Reznor için de paragraf sonunda iki kelam edelim. The Girl with the Dragon Tatoo'nun en iyiyanı kendisiydi.Gone Girl'de ise o kadar parlamıyor.
Eğer bir roman sinemaya uyarlanmışsa o edebiyat eserini önceden okumamayı tercih ederim. Bunu yapmaktaki amacımfilmi sadece sinema dili açısından gözlemlemektir. Gone Girl için deaynı yöntemi uyguladımve romanı okumadım.O nedenle kendi eserini senaryoya dökenGillian Flynn'in çıkardığı işçiliğibu kriterler çerçevesindedeğerlendireceğim. Romanın sağlam temelli bir tema veolay örgüsü üzerinekurgulandığını, kaleme alınmış metinden anlamak çok da zor değil. Geçmişeyönelik hoş sıçramalar,şerit değiştiren gidişatve iyitasarlanmış karakter profilleri senaryoyu çekici kılmış.Ancak hikayedekiana kırılmanın kitabı okumayanlar için bile fazlasıyla tahmin edilebilir olması metne darbe vurmuş. Bazı şeylerin fazla göze sokulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Flynn'inmedyaya olaninandırıcı bakış açısı ise takdiri hak ediyor. Yazılı ve görsel basınınson derece çirkin bir yapı olduğu vemanipülasyon yeteneğiile insanlarıkolayca hipnotizeedebileceğigerçeği net bir biçimdeyansımış kalemine. Eminim roman içeriğindeçok daha başarılı işlenmiştir bu tema.
Gone Girl'deki oyunculuk yükü Ben Affleck ve Rosamund Pike ikilisinin üzerinde. Ancak yapımın ışıldayanyıldızı net bir biçimde Pike. Parlak bir kariyeri olmayan aktrisin sergilediği teatral tavır seyirciyiparanoyak edecek kadar başarılı. Öyküdeki ağırlık merkezinin Amy üzerine kaydığı her an ortaya çıkarak direksiyonudevraldığıve yılınen dikkat çekicicanlandırmalarından birini sunduğu su götürmez. Ses getiren birFincher filminde, çok iddialı bir karaktere hayat verdiğinidüşünürseködül sezonunda rahatlıkla öne çıkacağını dillendirebiliriz Pike'ın. Oldukça olumlu tepkiler alan Ben Affleck hakkındaaksi yönlü düşünüyorum. Rolüne ekstra katkı yaptığını söylemek güç. Ortaya koyduğuortalama performans sırıtmıyor belki ancak samimi dedurmuyor.Nick Dunne karakterinden daha özgün ve can alıcı reaksiyonlar alınabilirmiş. Ben Argo'daki Affleck'i buradakine tercih ederim. Kalabalık oyuncu kadrosunun diğer elemanları arka planda seyrettiklerinden performansları da aynı oranda önem taşıyor. Carrie Coon birkaç sahnede gayet iyi işler çıkarmış. Neil Patrick Harris'i How I Met Your Mother haricinde benimsemek çok zor. Aktörün yeni rollerini kolay kolay kabullenemiyorsunuz. Gone Girl'dekiDesi Collings deonlardan biri.Dedektif Rhonda Boney karakteri Lost ve The Blind Side'dan tanıdığımız Kim Dickens üzerinde fazlaeğreti durmuş ve inandırıcılığını kaybetmiş. Avukat Tanner Bolt?u canlandıran yönetmen/oyuncu Tyler Perry?nin dozunda bir performans sergilediği ve keyif verdiği not edilebilir. Bir de yürekleri hoplatan model Emily Ratajkowski varancak filmdeki süresi yok denecek kadar az olduğundan yorumlanması mümkün değil.
Detaylıişlenen hikayesi, nitelikli yönetimi ve Rosamund Pike'ın unutulmaz performansıile Gone Girl, yılın kalburüstü eserleriarasında yerini alıyor. Ancak bir Fincher başyapıtı değil kesinlikle. Takınılan fazla iddialı tavırbu sonucu doğurmuş olsa da yönetmenin önceki işlerini ölçü kabul edip karşılaştırma yaparsak hata ederiz.Yapıma bu çerçeveden bakıldığında türünün diğer örneklerinden fazlasıyla üstün olduğunu görebilmek mümkün. 150dakikanın nasıl geçtiğini anlamadığınız, son derece doyurucu bir macera aslında Gone Girl. Beklentilerinizi Fincher zirvelerinde gezdirmediğiniz takdirde bayılacaksınız.
Nebraska filmine yorum yazdı:
Nebraska
Kaleminin yönetmenliğinden çok daha güçlü olduğunu düşündüğüm bir isimdiAlexander Payne. Election, About Schmidt, Oscarlı Sideways ve The Descendants eserleri içinyazdığı uyarlama senaryolar kariyerinin bu anlamdaki yapı taşlarını oluşturuyordu. Metninikaleme aldığı filmleri aynı zamanda yönetmiş olmasınedeniyle zihnindekileri daha kolay ilettiği izlenimine kapılıyordum. Bireradaptasyon olan şahsına ait textler kontrolü onaverdiği içinbu kadar düzgün ve uyumlu eserler çıkarıyor zannediyordum. AncakOscar iddialısı yeni filmiNebraska sayesinde yönetmen hakkındaki düşüncelerim yeni bir boyut kazandı. Bob Nelson'un yazdığı,uyarlama olmayan ve enfes bir doluluğa sahip metin üzerinden çıkardığı işle Payne, rüştünü herkese ispat etmiş oldu. Zekice yazılmış içeriğiniusta işi oyunculuk performanslarıylabirleştirenNebraska'yı 2013 yılının en sıcak ve keyifliçalışması ilan ettim. Filmi seyrederken çok ama çok eğleneceksiniz.
Payne, Montana'dan N ... DevamıNebraska
Kaleminin yönetmenliğinden çok daha güçlü olduğunu düşündüğüm bir isimdiAlexander Payne. Election, About Schmidt, Oscarlı Sideways ve The Descendants eserleri içinyazdığı uyarlama senaryolar kariyerinin bu anlamdaki yapı taşlarını oluşturuyordu. Metninikaleme aldığı filmleri aynı zamanda yönetmiş olmasınedeniyle zihnindekileri daha kolay ilettiği izlenimine kapılıyordum. Bireradaptasyon olan şahsına ait textler kontrolü onaverdiği içinbu kadar düzgün ve uyumlu eserler çıkarıyor zannediyordum. AncakOscar iddialısı yeni filmiNebraska sayesinde yönetmen hakkındaki düşüncelerim yeni bir boyut kazandı. Bob Nelson'un yazdığı,uyarlama olmayan ve enfes bir doluluğa sahip metin üzerinden çıkardığı işle Payne, rüştünü herkese ispat etmiş oldu. Zekice yazılmış içeriğiniusta işi oyunculuk performanslarıylabirleştirenNebraska'yı 2013 yılının en sıcak ve keyifliçalışması ilan ettim. Filmi seyrederken çok ama çok eğleneceksiniz.
Payne, Montana'dan Nebraska'ya uzanan,tebessüm dolubir yol hikayesi sunuyor izleyicisine. Kazandığı 1 milyon dolarlık ikramiyeyi almak için önündeki kilometreleri eritmesi gereken, yaşlı vekafasındaki birkaç tahtayı eskitmiş Woody'nin (Bruce Dern)kale alınmayan ödül azmi maceranın temelini oluşturuyor. Eşi Kate (June Squibb)ve büyük oğluRoss (Bob Odenkirk), çekilmez tavırları nedeniyle birlikte yaşanması zor bu adamı huzurevine göndermek isteseler de diğer oğuları David (Will Forte)duruma el koyuyor. Hayırlı evladın, herkesin delilikolarak nitelendirdiği uzun yolculuktababasınaeşlik etmeyekarar vermesi keyifli bir öykünün de fitilini ateşliyor. Açıkçası ilk otuz dakikadakidüşük tempoyu gördükten sonra olumsuz düşünmeye başlamıştım. Yapıma biraz zaman tanımak gerekiyormuş halbuki. Bahsettiğim yarım saatlik dilimin ardındanmetin ve kurgudesteğiyle toparlanıp tadını bulan Nebraska, rayına oturmuş bir tren gibi dumanını tüttüre tütüre ilerliyor.
Nebraskaenfesbir senaryoya sahip, kesinlikle yılın en iyilerinden. Bob Nelson'un kaleminden dökülen diyaloglar ve karakterler muazzam, harika okumalar yapabiliyorsunuz. Özellikle June Squibb'in canlandırdığı patavatsız Kate için yazılmış metingülmekten yerlere yatırıyor. Bu durum aynı zamanda karakterle özel bir bağ kurmanızı sağlamış. Akıllıcahazırlanmış satırlarhem keyifli hem de yaratıcı. Tekstinkurgusu sayesinde her anın tadını çıkarıyorsunuz. Hikaye altyapısında bazıklişelere başvurulmuş olunsa datotalebakıldığında hepsi görmezden gelinebiliyor. Zenginiçerikten aldığınız haz olumsuz tarafların tamamınıunutturuyor. Nelson da kocaman bir tebriği hak ediyor.
Bruce Dern canlandırdığıWoody Grant ile çok keyifli bir portre işlemiş. Zor bir rolün altından başarıyla kalktığını görebiliyorsunuz. Cannes'dan ödülle dönen aktörün ikinci Oscar adaylığı çok yakın duruyor. Ancak Nebraska'nın yıldızı net bir biçimde June Squibb olmuş. Yapılandırdığı Kate Grant karakteriiçin senenin en özgün profili denebilir. Tecrübeli aktris 2013 içerisinde en keyif alarak izlediğimoyuncuydu. Kendisinin tadını sindire sindire çıkardım. 12 Years A Slave'de övgüleryağdırdığım Lupita Nyong'o'dan çok daha parlak bir performans sergilemiş bana göre. Bob Odenkirk ve Stacy Keachde varlıklarıyla filme renk katmışlar. Nebraska?nın en zayıf yanı ise kabiliyetsiz Will Forte'du. Son derece sıradan ve duygudan uzak oynamış. Tam bir hayal kırıklığı oldu benim için.
Yazının başında da belirttiğim gibi kendisinin yazmadığı ve uyarlama olmayan senaryonun altından başarıyla kalkmış Alexander Payne. Ustaca işlediği hikaye sayesinde her şartta iyi bir yönetmen olabileceğini kanıtlamış bana göre. Yakalamış olduğumetne ayak uyduran, sevimli tarzı çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Kadın-erkek ilişkisi anlatmayanbir Woody Allen gördüm çoğu yerde. Kadrajına konuk ettiği orijinal sahnelerden zevk almamanız olanaksız. Karakterleri öne çıkaran siyah-beyaz tondakifonu vesade dili ile çoksevdim Nebraska?daki Payne'i. Akademi de kendisini es geçmeyerek Oscar adaylığıyla ödüllendirdi zaten.
Harika karakterlerle bezenmiş, keyifli bir yol hikayesi olan Nebraska, beklentilerimin çok üstünde bir yapım olmuş. Sıkıcı bir macera beklerken son derece tatmin olduğum ve kaliteli zaman geçirdiğim birçalışma buldum karşımda. June Squibb?den Bruce Dern'e, Bob Nelson'dan Alexander Payne'e kadar herkes formunun zirvesindeydi. Bir tek Will Forte'u buraya dahil etmiyorum. Ülkemizde ilk olarak Randevu İstanbul ile arz-ı endam eden Nebraska, geçtiğimiz yılın en iyileri arasındaki yerini söke söke alıyor.
Under the Skin filmine yorum yazdı:
Under The Skin
Massive Attack, Radiohead, Jamiroquai gibi ünlü grupların video kliplerindeki işçilikten tanıyoruz yönetmen Jonathan Glazer'ı. Müzik alanındaki işlerinin yanında sinemaya da belli belirsiz bir adım atmış İngiliz isim. Kariyerine kısa prodüksiyonlar ve iki uzun metrajlı film de sığdırmış. Bağımsız eserleri yeterince ses getirememiş olsa da kısıtlı bir hayran kitlesi oluşturmuş. Ancak yönetmen yaratıcılık potansiyelini geniş kitlelere gösterme amacında belli ki. Son filmi Under the Skin kendisinin bu ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak cinsten. Scarlett Johansson'u başrole taşıdığı bu aykırı eserinde Glazer, sürreel bir deneyin tohumlarını ekmiş. Farklı bir platforma oturttuğu uzaylı istilasını enfes görseller, yaratıcı imgeler ve bambaşka bir felsefe ile sunarak türe yeni bir bakış açısı getirmiş.
Michel Faber'in romanından uyarlanan filmde kadın kimliğine bürünmüş bir uzaylının erkekleri kaçırma hikayesi anlatılıyor. Minibüsü ile ... DevamıUnder The Skin
Massive Attack, Radiohead, Jamiroquai gibi ünlü grupların video kliplerindeki işçilikten tanıyoruz yönetmen Jonathan Glazer'ı. Müzik alanındaki işlerinin yanında sinemaya da belli belirsiz bir adım atmış İngiliz isim. Kariyerine kısa prodüksiyonlar ve iki uzun metrajlı film de sığdırmış. Bağımsız eserleri yeterince ses getirememiş olsa da kısıtlı bir hayran kitlesi oluşturmuş. Ancak yönetmen yaratıcılık potansiyelini geniş kitlelere gösterme amacında belli ki. Son filmi Under the Skin kendisinin bu ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak cinsten. Scarlett Johansson'u başrole taşıdığı bu aykırı eserinde Glazer, sürreel bir deneyin tohumlarını ekmiş. Farklı bir platforma oturttuğu uzaylı istilasını enfes görseller, yaratıcı imgeler ve bambaşka bir felsefe ile sunarak türe yeni bir bakış açısı getirmiş.
Michel Faber'in romanından uyarlanan filmde kadın kimliğine bürünmüş bir uzaylının erkekleri kaçırma hikayesi anlatılıyor. Minibüsü ile çıktığı küçük gezilerde dişiliğinden yararlanarak karşı cinsi ağına düşüren Laura'nın (Scarlett Johansson) macerası var karşımızda. Oldukça basit ve sıradan görünen konusunu bilimkurgu türüne getirdiği sade ve yaratıcı bakış açısıyla enfes bir forma sokan Under the Skin baş karakteri üzerinden fazlasıyla ilgi çekici anlatılar kurguluyor. Makine edasıyla görevini yapan bir uzaylının insani tarafını fark ederek kendini keşfetmeye başlaması bu kurgunun temelini oluşturuyor. Dünyadaki ilk günlerinde dışarıdan incelediğimiz Laura'nın iç dünyasındaki perdeleri kaldırıyoruz zamanla.Durağan ilerleyen yapısı detayları yakalamamızı sağladığından daha bir devleşiyor film. Faber'in hikayesi kadının gücüne de dikkat çekiyor. Uzaylının kurbanlarını hipnotize etmek için dişi karakter seçmesi bunun en net örneği. Kadın simgesi bir yandan metafor olarak kullanılıyor aslında. Laura'nın kendini keşfetme ayinleri de evrime göz kırpıyor.
Belli bir senaryo üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışmayan Under the Skin tam anlamıyla bir yönetmen filmi. Glazer hikayeyi tekst gücüyle değil kendi yetenekleriyle aktarıyor. Düşüncelerini belli bir metodolojiye oturmadan serbest bırakıyor, yaratıcılığını ve vizyonunu fazlasıyla kullanıyor. Onun zihninden akan imgeleri her yerde görebiliyorsunuz. Olayları tanımlarken yaptığı benzetmeler ve şekle sokmalar öykünün ambalajını öne çıkarıyor. Tüm filmin bu kurguda gideceğinin sinyallerini açılıştaki doğuş sahnesinden almak mümkün. O nedenle ilk dakikadan itibaren en ufak detayı bile kaçırmamak için çok dikkatli izliyorsunuz her anı. Yönetmenin betimlemelerinde kullandığı perspektif ve içeriğe yerleştirdiği sanatsal görseller yapımı iyi anlamdaki uçlara taşıyor.Faber'in kitabını okuma şansım olmadı ancak Glazer'ın hayalgücünü fazlasıyla kattığına eminim. Ancak film etkisini sadece yönetmeniyle arttırmıyor. Muazzam sinematografi ve eski dönem bilimkurgu/gerilim filmlerini hatırlatan müzikler öykünün karanlık ve basık atmosferine maksimum katkı yapıyor. Under the Skin tüm öğeleriyle hipnotize edici bir esere dönüşüyor kısaca.
Scarlett Johansson bu yılsınıf atladı bana kalırsa. Don Jon'da dişiliğine, Her'desesine aşık eden bir kadın kimliğine bürünmüştü. Oldukça cesur davrandığı Under the Skin'de iseaslında filminta kendisi olanbir karaktere hayat veriyor. Tek başına götürdüğü hikayedeki tavrına hayran kalmamak elde değil ünlü yıldızın. Laura'nın mekanik tavırlarından insanitepkilerine uzanan duygu skalasını başarıyla analiz ettiğini söylemek gerek. Duruşunu, bakışını, konuşmasını kısacası her şeyini gözünüzü bile kırpmadanizliyorsunuz. Karakter ve hikayenin harmonik bütünleşmesine şahit oluyorsunuz.Filmdeki "Laurazede"lerin hikayeleri deoldukça ilginç.Minibüse çağırılıptuzağaçekilen erkekleraktör değil, sıradaninsanlarmış. Glazer bu sahnelerin çekimlerinde minibüs içerisine yerleştirdiği gizli bir kamerayı kullanmış. Kişilere de filmde oynadıklarını en son söylemiş. Bu küçük detay benim çok hoşuma gitti açıkçası.
Venedik Film Festival'inde yarışan Under the Skin ilebüyüleyici bir deneyim sunmuş Glazer. Zaman geçtikçe güzelleşen, şarap gibi bir film yapmış. Her anıyla tecrübe edilmeyi hak eden yapımhem !f İstanbul'unhem desenenin en çarpıcıçalışmalarından biriydi kesinlikle. Yaratıcı bir hayalgücünden çıkmış tüm eserlere zaafım olduğundan Under the Skin'i de özel bir yere koyuyorum.
Sen Şarkılarını Söyle filmine yorum yazdı:
Inside Llewyn Davis
Coen Kardeşler ile her sinemaseveriniyi veya kötübirer anısıvardır.YollarıJoel ve Ethan ileilla ki bir yerlerde kesişmiştir. Açıkçası benimkendileriyle alakalı çok iyi bir geçmişim yok. Fargo ve Barton Fink haricindeki filmleri bana hitap etmedi bugüne kadar. Özellikle en bilineneserleri No Country For Old Men ve The Big Lebowski'yi hala fazla abartılmış bulurum. The Ladykillers ve Intolerable Cruelty konusuna girmiyorum bile.Aramızdaki kan uyuşmazlığı nedeniylene zamanCoenlerin elinden çıkacak bir yapımın haberini duysam heyecanlanmam; daha doğrusuheyecanlanmazdım. Ta ki Inside Llewyn Davis'i izleyene kadar. Bizleri 1960'lı yılların karakışa teslim olmuş Amerikası'na, bir müzik aşığınınhayat mücadelesinegötüren kardeşler, Fargo ve Barton Fink ile beraber kariyerlerindeki en nitelikli çalışmaya imza atmışlar bana göre.Kendilerinin fanına dönüşmeyecek olsam da aramızda oluşan önyargı ambargosunu kaldıracağım bu hoş ve estetik ... DevamıInside Llewyn Davis
Coen Kardeşler ile her sinemaseveriniyi veya kötübirer anısıvardır.YollarıJoel ve Ethan ileilla ki bir yerlerde kesişmiştir. Açıkçası benimkendileriyle alakalı çok iyi bir geçmişim yok. Fargo ve Barton Fink haricindeki filmleri bana hitap etmedi bugüne kadar. Özellikle en bilineneserleri No Country For Old Men ve The Big Lebowski'yi hala fazla abartılmış bulurum. The Ladykillers ve Intolerable Cruelty konusuna girmiyorum bile.Aramızdaki kan uyuşmazlığı nedeniylene zamanCoenlerin elinden çıkacak bir yapımın haberini duysam heyecanlanmam; daha doğrusuheyecanlanmazdım. Ta ki Inside Llewyn Davis'i izleyene kadar. Bizleri 1960'lı yılların karakışa teslim olmuş Amerikası'na, bir müzik aşığınınhayat mücadelesinegötüren kardeşler, Fargo ve Barton Fink ile beraber kariyerlerindeki en nitelikli çalışmaya imza atmışlar bana göre.Kendilerinin fanına dönüşmeyecek olsam da aramızda oluşan önyargı ambargosunu kaldıracağım bu hoş ve estetik esersayesinde.
Hikayenin kahramanı Llewyn Davis (Oscar Isaac), Amerika'da yaşayan bir müzisyen. Hayatını şarkı söylemeye adamış, geceleri barlarda performans veren bir folk sanatçısı.Kendine ait bir yeri olmayan veuyumak için her gece farklı bir kanepe bulması gereken bu adamın,yarının neler getireceğini düşünemedenyaşadığıbir hayatı var. Bir elindetanıdıklarının kedisi, diğer elinde gitarıyla sefalet içerisindeki yaşamı onu nereye sürüklerse oraya gitmek durumunda. Ancak parasızlıkla yaptığı mücadeleye rağmenkeşfedilmehayallerinin peşinden koşmayı da bırakmamış Davis.Ünlü bir yapımcının kapısını çalmak için gittiği Chicago, hikayesinin kırılma noktası oluyor. Bu umut yolculuğu ile bir yol macerasına dönüşenInside Llewyn Davis de o ana kadar benimsediği mizahi tarzını sert bir drama kaydırıyor.
Aslında kaybedenlerin filmi Inside Llewyn Davis. Sefalet ve acı yüklü; sevimli portrelere, gülümseyensuratlarave tatlı yalanlara yer yok içerisinde. Müzik ve sanatın o şaşası yerine madalyonun öbür yüzündeki soğuk vekeskingerçekler var.Mutlu sürprizlerin yaşandığı, dönen talihlerin var olduğu bir film değil kesinlikle.Tam tersi her yerinden hayal kırıklığıakan, iç acıtanbir hikaye. Hayatla mücadele eden, büyük insanların öyküsü.
Coenlerin arkaplana yerleştirdiği kış temasıile Llewyn'in sefaleti arasında harika bir uyum var.Yaratılan atmosfer sayesinde soğuk daçaresizlik gibi içinize işliyor sanki.Kardeşlerin bahsettiğim uyumdandoğan havaiçerisinde şekillendirdikleri sahneler, senaryonun etkisini pekiştirmiş. Birliktekaleme aldıkları metin en az kameraları kadar ilgi çekici. Llewyn'in dışarı yansıttığıtavır ilebilinçaltındaki psikolojisini ayıran satırlar, o satırlarınarasınasıkıştırılmış espriler ve tüm bunların diğer karakterlerle olan etkileşimi oldukça güçlü. Ayrıca olay örgüsünün lineer bir yapıda seyretmemesi hikayeyi tahmin edilemez kılmış. Filmi gerçekçi bir temele oturtan asılözellik bu bence. Coenlerinetkinbir senaryo ve atmosfer ile oluşturduğualtyapıyaşık sinematografi de eklenince sahnenin dokusu başarıyla tamamlanmış.
Oscar Isaac'ın rolüne veperdeye çok yakıştığını söylemek istiyorum. Tamamenonun karakteristik yüzüyle hatırlayacağımız bir film olacak Inside Llewyn Davis.Aktörün oyunculuk performansını ise bu yılın abartısız, kendi halinde işlerinden biri olarak tanımlayabilirim. Rolünün üzerindeki estetik duruşu canlandırdığı Llewyn karakteri için fazlasıyla yeterli olmuş zaten. Llewyn'in eski sevgilisini canlandıran Carey Mulligan, sayısı az olan sahnelerine rağmen en akılda kalan oyuncuoldu benim için. Kendisini en az Shame ve Drive'daki kadarbeğendiğimi söyleyebilirim. Ethan Phillips ve Robin Bartlett de aynı Mulligan gibi öne çıkan isimlerden. İçten ve yardımsever bir Gorfeinçifti yaratmayı başaran ikili takdiri sonuna kadar hak ediyor. Yardımcı oyunculardan John Goodman veGarrett Hedlund, Chicago yolunda karşımıza çıkıyorlar. Hedlund cool ve umursamaz tavırlarıyla kalpleri kazanırken Goodmanalaycı ve sinir bozan hareketleri sayesindeövgü toplamayı başarıyor. Hikayede çokyer kaplamayanikirole sahipJustin Timberlake ve Adam Driver ise performanslarıyla göz dolduruyorlar. Özellikle Timberlake'in oyunculuk işinisöktüğünü net bir biçimde dile getirebiliyoruz artık.
Inside Llewyn Davis her şeyden önce kulağa hitap ediyor. Film bittikten sonra en çok aklınızda kalan şey de muazzamfolk ezgileri oluyor.Müziğin büyüsüne kapıldığımız anlaraen büyük katkıyı tabii ki Oscar Isaac yapımış. Aktörün ses performansı oyunculuğunun bir adım önünde. Kendisinden duyduğumuz "Hang Me, Oh Hang Me", "Fare Thee Well" ve "The Death of Queen Jane"e doyamıyor, tekrar tekrar dinliyoruz. Isaac dışında Justin Timberlake, Carey Mulligan ve birkaç oyuncunun daha şarkı kaydı var.Filmin soundtrack'inin muhakkakelinizin altındabulunması gerek. Yıllarca geçse de unutulmayacak müzik eserleriyle hafızalarımızda bambaşka bir yer ediniyor çünkü Inside Llewyn Davis.
Sadece gerçek sinemaseverler tarafından hak ettiği değeri görebilecek Inside Llewyn Davis, hissettirdiği duygularla yüksek puanları hak ediyor. Coen Kardeşler ile yıldızı barışmayan benim gibileriçin oldukça önemli ve pozitif bir eser. 104 dakikanın kesinlikle yetmediği bu büyülü maceranın izleyici üzerindeki etkisi kolay kolay geçmeyecektir.Akadem'den yeterli ilgi gelmemiş olsa da bu durumInside Llewyn Davis'inyılın en iyi işlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kendisini kaçırmayın derim.
Para Avcısı filmine yorum yazdı:
The Wolf of Wall Street
Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio arasındaki iş evliliği Hollywood'da gördüğümüz belki de en güzel şey. Adını duyurduğu The Basketball Diaries ve Romeo + Juliet'in ardından Titanic ve Beach'de haksızca eleştirilen DiCaprio, Scorsese sayesinde adeta yeniden doğmuştu. Birlikte çalıştıkları Gangs of New York, The Aviator, The Departed ve Shutter Island'ın sonunda kusursuz bir form kazanmıştı ünlü aktör. Scorsese bu yakışıklı ve yetenekli adamdan yeni neslin De Niro'sunu yaratmayı başarmıştı. Birlikteliklerinden doğan her yeni iş çıtayı bir üst kademeye taşımıştı. İkilinin sürdürdüğü başarılı ve bir o kadar da isabetli istikrar, övgüler dizeceğim, muazzam The Wolf of Wall Street ile devam ediyor. Ancak film başarısını sadece Scorsese-DiCaprio işbirliği ile yakalamıyor. Diğer oyuncuları, senaristi, kurgucusu ve tasarımcılarıyla birlikte öyle mükemmel bir ekip kurulmuş ki hayran olup alkışlamaktan başka bir şey yapamıyorsun ... DevamıThe Wolf of Wall Street
Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio arasındaki iş evliliği Hollywood'da gördüğümüz belki de en güzel şey. Adını duyurduğu The Basketball Diaries ve Romeo + Juliet'in ardından Titanic ve Beach'de haksızca eleştirilen DiCaprio, Scorsese sayesinde adeta yeniden doğmuştu. Birlikte çalıştıkları Gangs of New York, The Aviator, The Departed ve Shutter Island'ın sonunda kusursuz bir form kazanmıştı ünlü aktör. Scorsese bu yakışıklı ve yetenekli adamdan yeni neslin De Niro'sunu yaratmayı başarmıştı. Birlikteliklerinden doğan her yeni iş çıtayı bir üst kademeye taşımıştı. İkilinin sürdürdüğü başarılı ve bir o kadar da isabetli istikrar, övgüler dizeceğim, muazzam The Wolf of Wall Street ile devam ediyor. Ancak film başarısını sadece Scorsese-DiCaprio işbirliği ile yakalamıyor. Diğer oyuncuları, senaristi, kurgucusu ve tasarımcılarıyla birlikte öyle mükemmel bir ekip kurulmuş ki hayran olup alkışlamaktan başka bir şey yapamıyorsunuz. 3 saat süren bir masalın içerisinde zevkten dört köşe olmuş vaziyette dolanıyorsunuz. Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Kısacası son yılların en farklı ve eğlenceli uyarlamasına hoşgeldiniz.
The Wolf of Wall Street'in bizi sürüklediği macera ve bu maceranın geçtiği dünya bambaşka. 90'lı yıllardadolar milyoneri olan borsa simsarı Jordan Belfort'un (Leonardo DiCaprio) hızlı iniş ve çıkışlarla dolu hayatına konuk oluyoruz belki ama film o bildiğimiz klişe ve sıkıntı veren biyografilerin yanından bile geçmiyor asla. Ucu bucağı olmayan bir servet ve hafsalaların alamayacağı bir lüks içerisinde seks ve uyuşturucu bağımlılığıyla uçmuş bir beynin yani Belfort'un yaşadıkları sıradışı bir etkinlikle anlatılıyor. Kişi renkli olunca hikaye de renkleniyor. Sinemaseverler olarak bu derece farklı işlenmiş biyografilere alışık değiliz. O yüzden The Wolf of Wall Street için farklı bir uyarlama tanımını yapıyorum. Biraz abartıya kaçmış olsa da bunu kendine yakıştırmayı bilmiş bir iş var önümüzde.
Mükemmel bir ekipten bahsetmiştim. Filmi bu yorum üzerinden değerlendirip Martin Scorsese ile başlamak bence en doğrusu olacak. Kendisinin artık usta bir yönetmenden çok dahi olduğunu söylemek lazım. Başarılı bir film yapmak için hangi detaylara girilmesi gerektiğini onun kadar bilen az insan var. Çalışma arkadaşlarındaki isabet bile seçimlerini ne kadar ince düşünerek yaptığını ortaya koyuyor. Filmdeki olağanüstü ekibi kurduktan sonra geriye sadece eşsiz hayalgücünü ve yönetmenlik becerisini devreye sokmak kalıyor. The Wolf of Wall Street yönetmenin tüm yeteneklerini harmanlayabildiği bir başka filmi olmuş. Jordan Belfort'un yaşamını renk cümbüşü içeren bir dünya ile sunmuş. Hikayeyi sürekli karnaval havasında geçen bir şov formuna sokmakla kalmamış, onu dönemin dokusuna ve atmosferine de yedirerek sınıf atlatmış. Tüm bunlar da Belfort'u imrenilen bir simgeye hatta fiyakalı bir kahramana dönüştürmeye yetmiş. Scorsese'nin çizdiği bu çekici yaşam profilinde bahsettiğim eşsiz hayalgücünü devreye soktuğu o kadar çok an var ki. Sadece açılış ve Belfort'un kulüpten eve dönüş sekansları ne demek istediğimi yeterince açıklayacaktır. The Wolf of Wall Street projesinin başarısındaki en büyük mimar kesinlikle Martin Scorsese oluyor bu yüzden.
Terrence Winter'a yazdığı senaryo için şapka çıkartıyorum. Hazırlanan her satır emek dolu. Metnin oldukça detaylı ve özenle kaleme alındığı, diyaloglar üzerinde günlerce kafa patlatıldığı belli oluyor. Özellikle hikayenin karakterleri çekici ve özgün kişiliklere bürünmüşler Winter ile. Senaryonun kalitesiyle sivrilen ve akıllarda uzun süre yer edecek bir dolu sahne göze çarpıyor. 3 saatlik film, kulaklarımıza dolan metnin parıltısına ayak uydurduğu akışı ile yağ gibi kayıveriyor bu sayede. Terrence Winter'ın kaleminden dökülenler bu senenin en iyileri arasında. Övgülerimden nasibini alacak diğer bir isim ise The Wolf of Wall Street'in kurgucusu Thelma Schoonmaker. Daha önce çalıştığı Martin Scorsese filmleriyle tam 3 Oscar kazanan üstat Schoonmaker için ne söylesek az. Kullandığı bağlantılar ve sahne süreleri yine muazzam. Scorsese'nin kendisi için söylediği övgü dolu sözler de bunun kanıtı. Schoonmaker'ın teknik anlamdaki başarı notunu oldukça yüksek tutuyorum. Oscar'a aday olmasını beklediğim her iki isim de ekibe büyük katkı yapmışlar kısaca.
Leonardo DiCaprio için ayrı bir paragraf açmak lazım. Aktörün giriş cümlelerimde de bahsettiğim inanılmaz gelişimi ve yükselişi sayesinde günümüzün en aranan isimlerinden biri haline geldiğini tekrarlamaya gerek yok. Akademi yıllardır hakkını yemiş olsa da bizler çok umursamadık bu durumu. O da umursamamış olacak ki hız kesmeden işini yapmaya devam ediyor. The Wolf of Wall Street'teki performansı yine hayranlık uyandıracak cinsten. DiCaprio'nun The Aviator ve J. Edgar gibi biyografik eserler sayesinde harika bir karakter oyuncusuna dönüşebildiğini görmüştük. Burada çıkardığı iş ise hem çok farklı hem de hepsinin üzerinde. Rolüyle bütünleşip adeta yaşıyor o anları. Performansı o kadar güçlü ki sizi Belfort karakterine aşık ediyor. Hatta bu işçiliğin inandırıcılığı sayesinde Belfort'un ikna yeteneğine ve nüfuz edici lider tavrına kapılıp meslek değiştirmeyi bile düşünüyorsunuz. DiCaprio'nun oyunculuğu yer yer abartı hissi verse bile kendisine çok yakıştırdım bu tarzı. Akademi'nin de böyle düşünüp kendisini es geçmesinden korkuyorum açıkçası. Critic's ve SAG'den alamadığı adaylıklar ile Oscar şansı düşmüş olsa da çıkmadık candan ümit kesilmez.
Jonah Hill filmin ikinci yıldızı. Moneyball ile Oscar adaylığı yakalayan ismin yükselişi The Wolf of Wall Street'te de devam etmiş. Can verdiği Donnie Azoff karakteriyle şov yaptığını, oynarken kendinden geçtiğini söylersem çok doğru bir cümle kurmuş olurum. Mimikleri, tonlamaları, iniş ve çıkışlarıyla isabetli bir seçim olduğunu herkese ispat etmiş. Seyirciyi yerlere yatırdığı, keyifli performansı yüksek bir puanı hak ediyor gerçekten. Yapımda çok az rolü olan Matthew McConaughey restoran sahnesi ile alkış topluyor. Ödül maratonundaki üç filmini de izledikten sonra 2013'ün onun yılı olduğunu anladım. Tüm performanslarıyla Oscar adayı olsa kimsenin itirazı olmaz diye düşünüyorum. Margot Robbie ise beni şaşırtan isim oldu. Bebek gibi bir güzelliğe sahip bu genç bayandan yüzeysel bir iş bekliyordum. Ancak Naomi karakterinin sivrildiği sahnelerde rolünün hakkını verdiğini görünce ön yargımı gömmüş oldum. Jordan'ın babası Max Belfort rolünde karşımıza çıkan Rob Reiner takdiri hak eden başka bir oyuncu. Kamerada gözüktüğü her an gülümsedim hatta kahkaha attım diyebilirim. Nicky Koskoff karakterini canlandıran P.J Byrne'ın oyunculuğundan çok tasarım harikası saçını konuşmak gerek. Oscarlı Jean Dujardin ve Kyle Chandler için ise birkaç sahneyle göz doldurdukları yorumunu yapabilirim.
Martin Scorsese, The Wolf of Wall Street'i ödül sezonu için çekmemiş. Sadece üstün hayalgücünü serbest bıraktığı son derece keyifli bir hikaye yaratmak istemiş. Ortaya da kariyerinin en iyi çalışmalarından biri çıkmış. Sağdan sola veya yukarıdan aşağıya. Bu yapıma nereden bakarsanız bakın enfes bir işçilikle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. İzlemeyi bitirdikten günler sonra bile aklınızdan çıkaramıyorsunuz. Goodfellas, Casino ve Raging Bull ile beraber Scorsese kareasını oluşturdu benim için The Wolf of Wall Street. Hem bu sene için yaptığım ilk 10'uma hem de tüm yılları kapsayan ilk 100'üme de rahatlıkla girmeyi başardı.
12 Yıllık Esaret filmine yorum yazdı:
12 Years A Slave
Akademi'nin ırkçılık ve kölelik temalarına duyduğu ilgiden hem ben hem birçok sinemasever bahsetmiştir. Aslında bunuhatırlatmaya gerek de yok. Oscar tarihine baktığımızda konu ile ilgili birçok örnekgözümüze çarpıyor. Özellikle geçen yıl yaşanan yarışta bu durumun başrol oynadığına şahit olmuştuk. Lincoln, Django Unchained ve Les Miserables gibi köleliği merkezine oturtan 3yapım Akdemi'nin zaaflarından yararlanarak en iyi film dalında aday olmuştu. Les Miserables'ı dışarıda bırakarakbir yorum yapacak olursamAmerikalıların son zamanlarda utanç dolu geçmişleriyle milyarlar önünde yüzleştiklerini vebunu arttırarak trend haline getirdiklerini söyleyebilirim. Irkçılık karşıtı görüşler dünya çapında şiddetlendikçe ortaya daha cesur işler çıkıyor sinema adına. Çıkmaya da devam edeceğine adım gibi eminim. Trendin bu yılkisancağını büyük övgüler alan 12 Years A Slave'in taşıdığını görüyoruz. Birleşik Devletler'in kirliçamaşırlarıarasınd ... Devamı12 Years A Slave
Akademi'nin ırkçılık ve kölelik temalarına duyduğu ilgiden hem ben hem birçok sinemasever bahsetmiştir. Aslında bunuhatırlatmaya gerek de yok. Oscar tarihine baktığımızda konu ile ilgili birçok örnekgözümüze çarpıyor. Özellikle geçen yıl yaşanan yarışta bu durumun başrol oynadığına şahit olmuştuk. Lincoln, Django Unchained ve Les Miserables gibi köleliği merkezine oturtan 3yapım Akdemi'nin zaaflarından yararlanarak en iyi film dalında aday olmuştu. Les Miserables'ı dışarıda bırakarakbir yorum yapacak olursamAmerikalıların son zamanlarda utanç dolu geçmişleriyle milyarlar önünde yüzleştiklerini vebunu arttırarak trend haline getirdiklerini söyleyebilirim. Irkçılık karşıtı görüşler dünya çapında şiddetlendikçe ortaya daha cesur işler çıkıyor sinema adına. Çıkmaya da devam edeceğine adım gibi eminim. Trendin bu yılkisancağını büyük övgüler alan 12 Years A Slave'in taşıdığını görüyoruz. Birleşik Devletler'in kirliçamaşırlarıarasından çıkanhisli ve yaşanmış bir öykü, Shame veHunger gibi iki etkiliçalışmaya imza atansiyahi yönetmen Steve McQueen eşliğinde karşımızda.Kendisine maratonun başından beri duyduğum güveni boşa çıkarmayarakeleştirmen birliklerine aitödülleri arka arkaya toplayan yapım, Oscar zaferine deemin adımlarla ilerliyor.
Bahsettiğim gibi 12 Years A Slave'in hikayesi gerçek bir yaşanmışlıktan alınmış. Anlatılanlar 1800'lü yılların ortasında Amerikalı siyahlara yapılan zulmün 12 yıllık bir kesiti niteliğinde. İki çocuğu ve eşiyle mutlu bir hayat yaşayan siyahi müzisyen Solomon Northup'un (Chiwetel Ejiofor) iki kişi tarafından kandırılıp kaçırılması ve köle olarak satılması olaylara start veriyor. İyi para getiren bir iş yakaladığını düşlerken kabus gibi bir güne uyanıyor Northup. Irkçılığın soğuk ve keskin yüzüyle en yakın planda tanışıyor. Gördüğü köpek muamelesinin şiddetle perçinlendiği yeni hayatına alışmaya çalışırken özgür olamamanın getirdiği ızdırapla kavruluyor. Alınıp satılan bir maldan fazlası olmadığından sahipleri de değişiyor zamanla. Yolculuğu süresince sadece kendi kederi olmuyor endişe ettiği. Her yeni gittiği yerde tanıştığı ırkdaşlarının hayatlarına ortak olup acılarını paylaşmak durumunda kalıyor. Kaçışın olmadığı bir dünyaya adım attığı gerçeğiyle yüzleştikçe zihninde taşıdığı tatlı anılarıyla vedalaşıyor.
12 Years A Slave'in bize anlattığı ve ilettiği çok şey var siyah-beyaz ayrımına dair. Yaşama hakları ellerinden alınmış bir ırkın çektiği acılar 135 dakikaya özenle sığdırılmış. Eşlerinden, çocuklarından, anne ve babalarından acımasızca koparılan bu insanlara yönelik vahşetin toplumca kanıksanmış olduğunu görmek oldukça sarsıcı. Kaçamadıkları, sığınacak bir delik bile bulamadıkları kaderlerine boyun eğmekten başka yapabilecekleri bir şey yok. Öyle aciz ve çaresizler ki kendilerine gösterilen en ufak merhamet duygusuna karşı aşırı bir ezilmişlikle minnet ediyorlar. Her şeye rağmen küçücük bir umudun varlığına inanmak ve hala sevebilmek gerektiğini de hatırlatıyorlar. Siyahların maruz kaldığı insanlık suçu, duyarlı her izleyicinin tüylerini diken diken etmeye yeterli.Neredeyse her sahnesi ile gözler önüne serilen bu ayıba kayıtsız kalmanız ve gözlerinizi kuru tutmanız pek mümkün değil. Filmin finaliyle yarattığı duygusal depremi tanımlamak benim için gerçekten zor. Bizzat Solomon Northup'ın yaşadıklarını yazdığı romandan uyarlanmış bu hikaye yüreğinize dokunmak için fazlasıyla "gerçek" anlayacağınız.
Yalnızca iki uzun metrajlı filmi olmasına rağmen izleyicisini duygusal anlamda dağıtmayı başarmış bir isim Steve McQueen. Tamamen sinirlere oynayan Hunger ve Shame ile kimliğini açıkça ortaya koymuş bir yönetmen. Özellikle şiddetin sınırlarını zorladığı Hunger'daki ürkütücü olduğu kadar imgesel tarzını es geçmek mümkün değil. Bu nedenle McQueen ismini 12 Years A Slave'in yanında ilk gördüğümde doğru bir seçim yapıldığını düşünmüştüm. Böyle içli bir temadan yine hazmı zor bir iş çıkacağını tahmin etmek çok da zor değildi.12 Years A Slave şu ana kadar oluşturduğu en dengeli eseri olmuş yönetmenin. Hunger'da şiddet, Shame'de dram dozu biraz fazla kaçmıştı açıkçası. Bu iki öğenin 12 Years A Slave'deki balansı ise mükemmel. McQueen abartılı bir şiddet üzerinden ajitasyon yapmamış hiç. O yüzden hikaye daha gerçekçi kalmış, izleyici bu doğallıkla vurulmuş. Her şeyin kararında olmasına senaryonun da katkısı var tabii ki. Duygu yoğunluğundaki uyumlu doz, metinle de paralellik taşıyor. John Ridley'nin kaleminden dökülenler böyle hisli ve amacı çarptırılmaya müsait bir hikaye için sade ve tadında bence. Aşırıya kaçıp ana yoldan çıkmamaya özellikle dikkat edilmiş. Oscar maratonu içerisindeki en beğendiğim senaryo olmasa da Ridley'i kutlamak isterim. Tatmin olmadığım tek nokta filmin süresi oldu. Gerek senaryoda gerekse kurguda yapılan oynamalarla süre uzatılabilirdi diye düşünüyorum. Schindler's List'teki gibi hıçkırarak ağlamaya yeterli vaktim olmadı.
Filmdeki oyunculuklar, yönetmenlik ve senaryodan daha güçlü. Yapımın genelinde harika bir cast performansı yakalanmış. Bu noktada 2 isim biraz daha öne çıkıyor: Chiwetel Ejiofor ve Lupita Nyong'o. Ejiofor tek kelimeyle fantastik. Her şeyi onun gözlerinde gördüm ben. Çaresizlik, acı, hayal kırıklığı ve umutladolu her anı gözlerine taşımayı başarmış. İletmek ve anlatmakistediklerini iki oval pencereye yerleştirip sunmuş izleyicisine. Ne yalan söyleyeyim, bu kadar etkileyici bir performans beklemiyordum kendisinden. Dern, McConaughey ve DiCaprio'yu izleme şansı bulamadım ancak Ejiofor bu yılın en iyisi şimdilik. Nyong'o ise kulvarında rakipsiz kalabilir bu sene. Canlandırdığı Patsey karakterine gerçekten içim parçalandı. Görünüşü oyuncuya hiç benzemeyen bu kızcağızın gerçekçi performansına diyecek yok. Sadece kırbaçlanma sahnesi ve öncesinde yaptıklarına bile şapka çıkartılır.
Yapımda Paul Dano, Michael Fassbender ve Sarah Paulson da etkileyici işler çıkarmışlar. Ejiofor ve Nyong'o'dan sonra Dano geliyor benim için. Kısa rolünün hakkını fazlasıyla vermiş yine. Prisoners'taki pasifkarakterine inat coşmuş 12 Years A Slave'de. Solomon'dan dayak yerken çıldırdığı sahneleraklıma hemen There WillBe Blood'ı getirdi. Sanırım iyi kotardığı rollerdeki kaderi değişmeyecek genç ismin. Fassbender ve Paulson birbirindeniğrenilesi iki karakter yaratmışlar. Fassbender'in canlandırdığı Edwin Epps, hasat dönemi kötü gidinceTanrı'nın kendisini zenciler yüzünden cezalandırdığını düşünecek kadarnefret dolubir köle efendisi. Buna rağmensiyahi Patsey'e düşkün. Karakteri kocası Edwin'e baskın gelen ve Patsey'e tahammülü olmayan bayan Epps iseSarah Paulsen'in ustalığıyla çok etkin bir iticiliğe bürünmüş. Brad Pitt ve Benedict Cumberbatch'inperformansları çok etkili değildi kanımca. Zaten fazla da süre almamışlar. Yeterli zamanın sunulmadığı diğer bir isim ise Quvenzhane Wallis. Beasts of the Southern Wild'daçıkardığınitelikli Hushpuppy performansından sonra 12 Years A Slave'deki 1 dakikayı bulmayan rolüne anlam veremiyorsunuz doğal olarak.
Ne American Hustle, ne The Wolf of Wall Street, ne Gravity ne de bir başkası. Sezonun başından berimerakla beklediğimyapım 12 Years A Slave'di. Daha Temmuz-Ağustos döneminde "bu film Oscar'ı alır" demeye başlamıştım. Her yeriyle "ben Oscar için hazırım" diye bağırıyordu çünkü. Böyle duygularla oynayan, dolu dolu yapımlara her zaman zaafım var. Güvenimin boşa çıkmadığını gördüğüm için çok mesudum açıkçası. Ruhumu baştan ayağa kadartatmin etmeyi başaran Steve McQueen ve ekibine şahsım adına teşekkür ediyorum. Oscar yolundaönleri açık olsun hepsinin.
Coupling dizisine yorum yazdı:
İnanılmaz bir diziydi.Yeri asla dolmaz.Jeff Murdock diyorum başka bir şey demiyorum.
Pi'nin Yaşamı filmine yorum yazdı:
Uzakdoğulu yönetmen Ang Lee bu yeni filminde din olgusuna, 7'den 70'e herkesi sarabilen, çok ince çizgileri olan bir hikaye ile değinmiş.Her yere dokunuyor ancak incitmiyor.
Metafor içinde metafor barındıran Pi'nin bu yaşam savaşını tam bir hayat akışı kimliği olarak kabul edebiliriz.İç çekişmeler, vazgeçmeler, isyanlar, umutsuzluklar, başkaldırılar.Tüm bu zıtlıklar tadılması gereken birer tecrübe, birer test gibi.Bana göre filmde tanrı rolünü üstlenen metaforik kaplan karakteri, bazen vahşi bir yabancı, bazen de merhametli bir anne gibi davranarak bunun altını çiziyor.
İnanca dair kuvvetli bir macera olan Life of Pi,sonunda anlatılan hikayeyle de bizlere mesajı veriyor: "Biz neye inanıyorsak gerçek odur."
http://pispapaz.blogspot.com/2013/01/life-of-pi.html
Oblivion filmine yorum yazdı:
Oblivion
Oblivion yazdığım ilk Tom Cruise filmi.Kendisi artık yaşlanma evresine girdi.Vanilla Sky, War of the Worlds ve Minority Report gibi filmleriyle bilim kurguya hiç yabancı olmayan aktör, bu kez yönetmeninin yaratmış olduğu bir çizgi romanın sinema uyarlaması için kamera karşısına geçmiş.Sıkı beklentiler içerisine girdiğim Oblivion'dan maalesef tatmin olamadan ayrıldığımı söylemem gerekiyor.
Oblivion'un olay kurgusu çoğu bilim kurgu filminde olduğu gibi dünyalılar ve uzaylılar arasındaki çatışma üzerinde şekilleniyor.Hikayeye göre dünya Scav adı verilen canlılar tarafından saldırıya uğramış ve büyük bir savaş patlak vermiş.Savaşı insanlar kazanmış ancak dünya yaşanamayacak şekilde zarar görmüş.Gezegenlerini Scavlar'a terk eden insanlar uzayda koloniler kurmuşlar.Yaşamlarını devam ettirmek için gerekli olan suyu denizleri emen kuleler sayesinde elde etmeye başlamışlar ve bu kuleleri Scav saldırılarından korumak için de drone (kelimenin Tü ... DevamıOblivion
Oblivion yazdığım ilk Tom Cruise filmi.Kendisi artık yaşlanma evresine girdi.Vanilla Sky, War of the Worlds ve Minority Report gibi filmleriyle bilim kurguya hiç yabancı olmayan aktör, bu kez yönetmeninin yaratmış olduğu bir çizgi romanın sinema uyarlaması için kamera karşısına geçmiş.Sıkı beklentiler içerisine girdiğim Oblivion'dan maalesef tatmin olamadan ayrıldığımı söylemem gerekiyor.
Oblivion'un olay kurgusu çoğu bilim kurgu filminde olduğu gibi dünyalılar ve uzaylılar arasındaki çatışma üzerinde şekilleniyor.Hikayeye göre dünya Scav adı verilen canlılar tarafından saldırıya uğramış ve büyük bir savaş patlak vermiş.Savaşı insanlar kazanmış ancak dünya yaşanamayacak şekilde zarar görmüş.Gezegenlerini Scavlar'a terk eden insanlar uzayda koloniler kurmuşlar.Yaşamlarını devam ettirmek için gerekli olan suyu denizleri emen kuleler sayesinde elde etmeye başlamışlar ve bu kuleleri Scav saldırılarından korumak için de drone (kelimenin Türkçe'ye İHA olarak çevrilme talihsizliğinden bahsetmeden geçemeyeceğim) adı verilen makineleri yaratmışlar.Droneları koruma ve tamir etme görevi ise Tom Cruise'ın canlandırdırğı Jack karakterine verilmiş.Oblivion'un kahramanı o.
Film de aynen yukarıda yazdıklarımı anlatarak başlıyor.Jack'in partneri Victoria ile birlikte her gün yaşadığı rutini gözlemliyoruz daha sonra.Ancak film ilerledikçe hikaye bambaşka bir yöne kayıyor.Bu özelliğiyle Oblivion bir başka "Hiçbir şey göründüğü gibi değil" hikayesi anlayacağınız.
Aslında Oblivion için her şey güzel başlıyor.Özellikle ilk yarı yavaş ilerleyen ancak saran cinsten.Hikaye kendini açık etmiyor, sahip olduğu gizemlerle izleyici üzerinde merak uyandırıyor.Bir sonraki sahneye ait parçalar kafalarda birleşmeye çalışıyor.Bu gizemler topluluğu gerilim öğeleri taşıdığından ister istemez ürpertici bir hava oluşuveriyor.Yaratılan post-apokaliptik dünyanın karanlık atmosferi de bunu destekliyor.Ancak ikinci yarı her şey tepetaklak olmuş.Ne o sürükleyicilikten eser var, ne de gerilimden.Hikayenin karanlık parçaları aydınlandıkça film albenisini kaybedip sıradanlaşıyor.Zaten yavaş ilerleyen filmin temposu iyice geriliyor.Zamanla sıkılıp kopuveriyorsunuz olaylardan.Her şey boşa gidiyor.Kosinski'nin vasat TRON: Legacy'si gibi Oblivion da aynı özellik eksikliğinden kaybediyor:Sürükleyicilik.
Moon filminin senaryosu ile büyük benzerlikler göze çarpmıyor değil Oblivion'da.İki yapımın kurgu gidişatları birbirlerine yakın.Bu benzerlik sıkıntısına klasik bilim kurgu klişeleri de eklenince tüm havası uçup gidiyor filmin.Klişeler sadece olaylarda gözlemlenmiyor, basit bulduğum oyunculuklarda da bu var, repliklerde de.Sürükleyicilik noksanlığında bahsettiğim oyunculukların vasatlığı da etkili rol oynuyor açıkçası.Oyuncular sizi hikayenin atmosferine bir türlü sokamıyor.Bu nedenle hikayenin felsefesindeki tanrı betimlemesi (benim yorumum tabi) ve metaforlar da kurtaramıyor işi.Kısacası çizgi romanını okumadığım Oblivion'ın filmi hayal kırıklıkları eşliğinde son buluyor.
İspanyol filmleriiçin yazdığım övgü dolu sözlerartık bu sayfalara sığmayacak diye endişe ediyorum. Ne zaman farklı bir işleniş, orijinalbir hikaye ile karşılaşsam perde arkasındanbu sıcak Akdeniz ülkesininsinema duayenleri çıkıyor. Sürekli sıradışı işler peşinde koştuklarından bizi de kendilerinehayran bırakmayadevam ediyorlar. Aynı diğer örneklerde olduğugibi bu seferki konuğumuz için de sarf edilecekçok hoş kelimeler mevcut; mutsuzluk hissini içine dram katmadantanımlamayı başaran çok özel birbir yapımla karşı karşıyayız. Üçüncü film hariç Recserilerinin yönetmen koltuğunda oturan Jaume Balaguero imzalıMientras duermes (Sleep Tight), mutlu olamayan bir adamın aksiyonlarındanyola çıkarak oldukça ilgi çekici bir psikanalizvadediyor izleyicisine.
Filmimiz kurguladığı duygu analizini aktarmakiçin Barselona'da bir apartman görevlisi olarak çalışan ve hiçbir şekilde mutlu olmayı beceremeyen Cesar'ın ... Devamı
İspanyol filmleriiçin yazdığım övgü dolu sözlerartık bu sayfalara sığmayacak diye endişe ediyorum. Ne zaman farklı bir işleniş, orijinalbir hikaye ile karşılaşsam perde arkasındanbu sıcak Akdeniz ülkesininsinema duayenleri çıkıyor. Sürekli sıradışı işler peşinde koştuklarından bizi de kendilerinehayran bırakmayadevam ediyorlar. Aynı diğer örneklerde olduğugibi bu seferki konuğumuz için de sarf edilecekçok hoş kelimeler mevcut; mutsuzluk hissini içine dram katmadantanımlamayı başaran çok özel birbir yapımla karşı karşıyayız. Üçüncü film hariç Recserilerinin yönetmen koltuğunda oturan Jaume Balaguero imzalıMientras duermes (Sleep Tight), mutlu olamayan bir adamın aksiyonlarındanyola çıkarak oldukça ilgi çekici bir psikanalizvadediyor izleyicisine.
Filmimiz kurguladığı duygu analizini aktarmakiçin Barselona'da bir apartman görevlisi olarak çalışan ve hiçbir şekilde mutlu olmayı beceremeyen Cesar'ın (Luis Tosar) hayatını seçiyor. Tuhaf bir lanetle doğankahramanımız asla yüzünün gülmediği bir kısır döngünün içerisinde kalmış. Her geçen günhayatın güzelliklerinden umudunu kestiği bir depresyona sürüklenen genç adamın tek bir çıkış yolu var: Diğer insanların da tıpkı kendisi gibi mutsuz olmasını sağlamak; özellikle de apartmanın sempatiksakini, çekici Clara'nın (Marta Etura). Ancak sinsice hazırlananplanlar neşelikadının yüzündeki gülücüğü silmeye yetmiyor.Tüm girişimleri sonuçsuz kalan Cesar, durumu saplantı haline getirerek yöntemlerini sertleştirmeye başlıyor.
Mientras duermes, Cesar'ınmutsuzluğunu tanımladığıbir dış ses ile açılışını yapıyor. Samimi bir itirafı andıran bu monologçarpıcı bir dram izleyecekmişiz izlenimi verse de işin aslı çok ama çok farklı. İlgiyi üzerine kolaylıklatoplayabilen Cesar karakterininibretlik yaşamına ve insanları mutsuz etme seanslarına tanıklık edildikçe sürükleyici bir tahkiyenin kapıları ardına kadar aralanıyor. İnsanın bir amaca ne kadar yoğun konsantre olabileceği ve kendiniona adayabileceğikusursuzca işlenmiş. Buadanmışlığın dozu o kadar yüksek kiCesar'ınmantığının boyut değiştirmesine neden oluyor zamanla; Clara üzerindeki başarısız denemelertehlikeli bir obsesyona dönüşüyor. Mutsuzluk hissinin uçsuz bucaksız bir saplantıya geçiş yapması adım adım resmedildikçe gerilimin dozu da artıyor.Nefesinizi tuttuğunuzun ve soğuk soğuk terlediğinizin farkına bile varamadığınız anlar oldukça yoğunfilm içerisinde. Mientre duermes yüzündenparanoyaklaşarak geceleri yatağınızın altını bile kontrol eder duruma gelebilirsiniz. Böyle özgün ve ilgi çekici bir psikolojiyi incelememize imkan veriyor olması yapımın en büyük artısı.
Gerilim vekişi psikolojisi arasındaki dengenin kurulmasında Balaguero'nun azımsanamayacak bir payı var. Yönetmenin Alberto Marini'nin senaryosunu perdeye aktarırken tasarladığı kurgu, hikayenin ve ana karakterin ilgi çekici bir ambalajlaöne çıkmasını sağlamış. Özellikle tansiyonun yükseldiği dakikalarda izleyicisinin nabzını derinden yakaladığını söyleyebilirim. Rec'den çok ayrıbir üsluptakındığı Mientre duermes'de yine farklı yöntemlerle germeyi başarmış olmasını takdir etmek gerek.
Yapımın göz önündeki kahramanları İspanya'nınaranan oyuncuları arasında yer alan Luis Tosar ve Marta Etura. Hikayenin yükünü çeken Tosar'ın abartısızama etkiliperformansı filminmuvaffakiyetini perçinleyen bir özellik olarak göze çarpıyor. Cesar'ın içinde sakladığı ve dışarıya asla yansıtmadığı ikinci kişiliğiniriyakar bir maskeyle çok net biçimde kamufle etmiş başarılı oyuncu.Balaguero'nun gerilim dolusahnelerindekendisinden beklenen katkıyı da fazlasıyla yapmış. Öykünün tüm ağırlığınıtaşırken psikolojisidengesiz bir karakteri canlandırmak kolayca kotarılamayacak bir iş. Etura'nınkendi elektriğinden kaynaklananpozitif tavrı ise Clara'nın sempatik ve mutsuzluğakarşı koyanyapısını göstermeye yetmiş. Kendisinin Tosar'a iyi bir partner olduğu ortada.
Özgünhikaye yapısı barındıranfilmler seyirci yakalamada hiçbir zamanzorluk çekmezler.Karanlıkta saklanmış bir hazine olanMientre duermes de böyle bir eser. Bozuk bir psikolojinin insan üzerindeki etkisine ilginç bir pencereden bakmakisteyen her sinemasever bu yapımı tecrübe etmeli, mutsuzluktan doğangirdabın gerilimini tatmalı. Böyleorijinalörneklereyedinci sanatın her zaman ihtiyacı var.