H
15 yıl önce
Yedinci Kıta filmine yorum yazdı:
Andrei Rublev filmine yorum yazdı:
Gecenlerde yitirdigimiz tum zamanlarin en buyuk yonetmenlerinden ve Tarkovsky’nin de cok etkilendigi Ingmar Bergman, bir soylesisinde suna benzer seyler soyluyor. "Benim sinemada icine girip etrafi gozlemek, icinde dolasmak, koltuklarinda oturmak istedigim bir salon var. Bu salona hic giremedim. Sadece anahtar deliginden bakabildim ona. Birgun Tarkovsky’nin filmlerinden birini izledim. Bir de ne goreyim: Tarkovsky, bu salona girmis, icinde rahat rahat dolasiyor... Tarkovsky sinemanin gelmis gecmis en buyuk yonetmenidir."
Andrei Rublev, 15.yy’da yasamis bir Rus sanatci. Rublev, bugun bile gorenlerin hayranlikla izlemekten kendilerini alamadiklari hiristiyan dininin kutsallari uzerine odaklanan ikonlariyla ve freskolariyla Rus kiliselerini donatmis bir ressam-sanatci, bir ikonograf. Rublev sadece bir sanatci degil, ayni zamanda inancli bir hiristiyan ve hegumen (saniyorum turkcede ekumen deniyor, ki burada Ortodoks kilisesinde belli bir kiliseyi yoneten yada onun basinda olan kisi anla ... DevamıGecenlerde yitirdigimiz tum zamanlarin en buyuk yonetmenlerinden ve Tarkovsky’nin de cok etkilendigi Ingmar Bergman, bir soylesisinde suna benzer seyler soyluyor. "Benim sinemada icine girip etrafi gozlemek, icinde dolasmak, koltuklarinda oturmak istedigim bir salon var. Bu salona hic giremedim. Sadece anahtar deliginden bakabildim ona. Birgun Tarkovsky’nin filmlerinden birini izledim. Bir de ne goreyim: Tarkovsky, bu salona girmis, icinde rahat rahat dolasiyor... Tarkovsky sinemanin gelmis gecmis en buyuk yonetmenidir."
Andrei Rublev, 15.yy’da yasamis bir Rus sanatci. Rublev, bugun bile gorenlerin hayranlikla izlemekten kendilerini alamadiklari hiristiyan dininin kutsallari uzerine odaklanan ikonlariyla ve freskolariyla Rus kiliselerini donatmis bir ressam-sanatci, bir ikonograf. Rublev sadece bir sanatci degil, ayni zamanda inancli bir hiristiyan ve hegumen (saniyorum turkcede ekumen deniyor, ki burada Ortodoks kilisesinde belli bir kiliseyi yoneten yada onun basinda olan kisi anlaminda).
http://www.cinefan.net/?p=film_ayrinti&id=72
Yunan Theophanes - Neden beni övmeyi bıraktın? Devam et.
Peder Kirill - Yapamıyorum. Doğru kelimeleri bulamıyorum. Kostechnevsky şunu söylerken haklıydı: ’’Ancak doğru anlayışla özü kavrayabilirsin.’’ Oysa Andrei (Rublev)...ve yüzüne de söyleyeceğim, kardeşim gibidir. Yeteneklidir, doğru, ince boyar. İnce ince. Ama tüm yaptıklarında eksik olan bir şey var. Korku yok, iman yok. Ruhunun derinliklerinden gelen iman yok. Sadelik yok. Epiphanius’un ’Saint Sergeius’in Hayatı’nda dediği gibi: ’’gösterişsiz sadelik.’’ Daha iyi söylenemezdi.
(ANDREI RUBLEV’den)
Bu filmde gerçekten müthiş bir gerçeklik hissi var. Sanki Tarkovskinin kamerası yaşlı bir bilgenin gözleri gibi, yüzünü, bedenini oynatıp etrafını seyretmesi gibi hareket ediyor. Sanki bizler de o bilgenin arkasına dizilmiş, omzunun ardından olup biteni büyük bir sakinlikle seyrediyoruz. Orada olmamız o kadar belirgin ve etkin ki, yanı başımızda biri devrilip ölmüşçesine etkileniyoruz. NBC, Demirkubuz ve özellikle Semih Kaplanoğlunun en sevdiği filmmiş bu- bu filmden etkilendikleri çok açık. Bir taraftan onların da izini sürmüş, sinemalarındaki çözümleyemediğimiz gizleri çözmüş oluyoruz. Anlaşılmazlıkları, tahammül edilemezlikleri biraz daha köreliyor. Rublevin çileli yaşamı, azla yetinmesi, sanki bir taraftan da minimalist sinemanın, gerilla taktikleriyle film çekmenin amentüsünü kuruyor. Bu siyah-beyaz destan, sinema denen sanatı bir tavuskuşu kanadı gibi açıp diğer sanat dallarına da bağlayarak, tümleşik bir kurguyla önümüze seriyor. Savaşçılar, kaçışan köylüler, kilise, at kişnemeleri o kadar gerçek ki, tarihe tanıklık eder gibi oluyoruz. Yağmurdan sığındıkları bir meyhanede, bir soytarının hüzünlü eğlenceliği karşısında insan olarak ne hissetmeniz gerektiğine karar veremiyorsunuz. Tarkovski bütün kodları çözüyor, dağıtıyor sonra yeniden, kendi dünyasının izleğini takip ederek topluyor, önümüze koyuyor.
*******************************************************
HAFIZA: Tasavvur edilen şeyler doğru olsun. Bütün herkes inansın. Bütün herkes tutkularına gülsün. Çünkü, tutku dedikleri şey ruhsal bir enerji değil, sadece ruh ve dış dünya arasında bir ihtilaf. Ve ilk olarak kendilerine inanmalarına izin verin. Onların çocuklar gibi çaresiz kalmasına izin ver. Çünkü zayıflık harika bir şeydir ve güç hiçbir şey değildir. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğü zamansa, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır. Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz. (STALKER’dan)
_________________
Salo Ya Da Sodom'un 120 Günü filmine yorum yazdı:
Pasolini SALO.dan ibaret değildir. Bir tek bu son filminde şiddeti alabildiğine kullanmıştır. Sebebi de, bir 2.Dünya Savaşı alegorisi yapmak içindir. Zaten filmin konusu da savaşın sonlarına doğru, Almanlarla beraber yenileceklerini anlayan İtalyan sınıfının üst sınıfından oluşan 4 kişinin, gençlerin içinden seçme yaparak bilinmeyen bir yerde, son günlerini zincirlerinden boşalmış bir şekilde, akla gelebilecek, gelemeyecek her türlü sapkınlığı yaparak geçirmelerinden ibarettir. Bu işi yapanların zihniyetine büründüğünüzde fazlasıyla masum gelebilir. Aklın labirentlerinde neler akar bilemeyiz.
Sonbahar filmine yorum yazdı:
"Sonbahar" için, kılçığı ayıklanmış "Babam ve Oğlum" diyebiliriz. Bu filmlerdeki arkadaşlar ölmek için doğdukları topraklara dönerler. Biz fildişi avcıları (seyirciler), yaraladığımız filleri mezarlığa kadar takip ederiz; diğer ölmüş fillerin dişleri için. Ama fillerin, ölmek için neden mezarlığa gittiklerini sorgulamayız. Biz fildişlerine kavuşalım diye mi, bu "ritüel"in kendilerine kolayca bir intihar yolu sağladığı için mi, son nefeslerini ölmüşlerinin arasında vermeleri için mi, aslında fildişlerinin beş para etmemesine rağmen sırf bu eylemleri yüzünden değerliymiş gibi görünmesi için mi, ya da ne? Neredeyim, hiç.
Yaban Çilekleri filmine yorum yazdı:
Sgibrittin oğlunun doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde yatardı. Artık elli yaşında olacak.
Jenerikte ******-girl yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür filmlerde spoiler uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü, tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması. Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız. Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla ışıl ışıl parlaması mecaz-.
İhtiyar bir ağacın dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki yalnızlığı, tatlı ... DevamıSgibrittin oğlunun doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde yatardı. Artık elli yaşında olacak.
Jenerikte ******-girl yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür filmlerde spoiler uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü, tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması. Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız. Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla ışıl ışıl parlaması mecaz-.
İhtiyar bir ağacın dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki yalnızlığı, tatlı ve lezzetli çilekleri tadarmışçasına bir bahar tazeliğine bürünür. Karakterlerimizin bütün şekillenmişliğinin yeni yeni yeşermeye başladığı o çocukluğumuza dönebilsek; tıpkı şu yaban çilekleri gibi. Onlar hiç değişmez değil mi? Biz niye değişiriz? Aklımız olduğu için mi? Aklımızın olması iyi bir şey midir? Neye göre iyi bir şeydir?
Bir kır evinde, zamanın genişlediği bu yerde, bütün aile bireyleri bir taraftan kendi hayatlarını, bir taraftan da toplanmalarından oluşan, o tuhaf, neşeli, geçici ve basit ortak hayatı duyumsarlar. O anlarda yaşadığımızı daha derinden hissederiz. Ama hissimizin doğruluğu konusunda hiçbir kıstas yoktur elimizde. Sanki o anlardaki birliktelik bize sahte bir güçlü olma duygusu yaşatır. Oysa insan yalnızlığı koyulaştıkça sertleşir. Kaskatı kesilmiş ruh, ölümüyle beraber kaskatı olmuş bedeniyle bütünleşerek tamamına erer. Seçim bize kalmış. Öyle veya böyle, görünürde pek bir şey değişmez. Kafanızdaki sorular dallanıp budandıkça, bir bakmışsınız cevaplara da daha kolay ulaşır olmuşsunuz bu dallar sayesinde.
Kır evinde, dışa açık oldukları sürece tatlı bir coşku, telaş süre gider. Bahçelerindeki ve çitlerin ardındaki yaban çileklerinin varlığı da, düşünmeseler bile bu ortak coşkuyu içten içe körükler. Ta ki herkes evlerine dönüp, havalar soğuduğunda, oralarda kimse kalmadığında, ömrün baharı geçtiğinde, o kır evindeki neşeden arta kalan, içten içe yuvalanan bir şey, bitmiş bir şeyin, çürümüşlüğün kokusundan hayat bulan ölüm yaklaşmaya başlar.
Defalarca seyredilip farklı tadlar alınabilecek bir başyapıt.
Genç Kız Pınarı filmine yorum yazdı:
13. yüzyılda Hıristiyanlığın henüz kırsala ulaşamadığı zamanlar. Soylular bu inancı benimsemişken, kırsalda hüküm süren paganizm. Saflığın sembolü soylu bir ailenin genç kızı kiliseye mum götürmek üzere yola çıkar. Uzun yolculuğunda geçeceği ormanda onu neler beklemektedir? Her şeye hükmeden güçlü Tanrının dinine sarılmak onu tehlikelerden koruyacak mıdır? Hıristiyanlıkları koyulaştıkça, doğanın doğal dini paganizmden bilmeden arınmaları ve ayrılmaları üzerine, Tanrı Odin tarafından cezalandırılacaklar mıdır? Diğer taraftan, Tanrı Odinin Pagan kulları her şeyi hafife alarak, daha özgür bir din önermesi mi getirmektedirler? Ya da Tanrı Odinin onlar için hazırladığı, olması gereken sona doğru mu ilerlemektedirler? Tanrılar, dinler işbirliği yapmış olabilir mi? Ya da her Tanrı, kendi kullarını diğer Tanrı’ların kullarıyla mı sınıyor?
Kurban filmine yorum yazdı:
Tarkovskinin son filmi. Yaralı bir sürüngen gibi ağır hareket eden kamera. Sanki zamana, insanlara, olaylara tanıklık ediyor. Uğursuz bir tanıklık hali. Anlaşılmazlığın, umursamazlığın, kötülüğün, körlüğün, durağanlığın sessizce zıtlarına dönüşmesi üzerine, ağır bir bakış. Uyku, hastalık, sayıklama halinde olmak gibi.
Filmin ortalarında adam şunu anlatır:
Yıllar önce evlenmeden önce sık sık annemi ziyaret ederdim. Memlekete giderdim. O zamanlar annem hala hayattaydı. Evi küçücük bir kulübeydi.Bir bahçenin ortasındaydı. Küçük bir bahçeydi. Bakımsızdı. Otlar diz boyuydu. Yıllarca ihmal edilmiş bir bahçe. Ve sanırım hiç kimse oraya uğramamıştı bile. Annem ağır hastaydı. Evden çıktığı pek görülmemişti.
Yine de o harap bahçenin ortasında kendine özgü bir güzellik vardı. Şimdi ne olduğunu anlıyorum. Havanın güzel olduğu günlerde çoğu zaman pencerenin kenarına oturur bahçeyi seyrederdi. Pencerenin yanında özel bir koltuğu vardı. Bir keresinde ortalığı düzeltmeye karar verdim. Yani ba ... DevamıTarkovskinin son filmi. Yaralı bir sürüngen gibi ağır hareket eden kamera. Sanki zamana, insanlara, olaylara tanıklık ediyor. Uğursuz bir tanıklık hali. Anlaşılmazlığın, umursamazlığın, kötülüğün, körlüğün, durağanlığın sessizce zıtlarına dönüşmesi üzerine, ağır bir bakış. Uyku, hastalık, sayıklama halinde olmak gibi.
Filmin ortalarında adam şunu anlatır:
Yıllar önce evlenmeden önce sık sık annemi ziyaret ederdim. Memlekete giderdim. O zamanlar annem hala hayattaydı. Evi küçücük bir kulübeydi.Bir bahçenin ortasındaydı. Küçük bir bahçeydi. Bakımsızdı. Otlar diz boyuydu. Yıllarca ihmal edilmiş bir bahçe. Ve sanırım hiç kimse oraya uğramamıştı bile. Annem ağır hastaydı. Evden çıktığı pek görülmemişti.
Yine de o harap bahçenin ortasında kendine özgü bir güzellik vardı. Şimdi ne olduğunu anlıyorum. Havanın güzel olduğu günlerde çoğu zaman pencerenin kenarına oturur bahçeyi seyrederdi. Pencerenin yanında özel bir koltuğu vardı. Bir keresinde ortalığı düzeltmeye karar verdim. Yani bahçeyi düzeltmeye. Çimenleri kesip otları yakacaktım. Ağaçları budayacaktım. Aslında bütün bahçeyi kendi zevkime göre, kendi ellerimle yeniden düzenlemek istedim. Annemin hoşuna gitsin diye istedim. Tam iki hafta boyunca elimde bahçe makası ve tırpanla toprağı kazdım, kestim, otları ayıkladım ve başka otlar ektim. Burnumu topraktan kaldırmadan çalışıp durdum. İşi en kısa zamanda bitirmek için tüm gücümle çalıştım.
Annemin durumu daha da kötüleşti. Yataktan kalkamaz oldu. Bense onun, pencerenin kenarına oturmasını ve bahçenin yeni halini görmesini istiyordum. Kısacası işimi bitirip her şeyi hazırladıktan sonra üstümü başımı yıkadım. Temiz çamaşır, ceket giydim. Boynuma kravat bile taktım. Sonra koltuğa oturup aynı onun yaptığı gibi bahçeyi seyrettim. Ben, orada öylece oturmuş pencereden dışarı bakıyordum. Manzaranın tadını çıkarmaya hazırlanmıştım. Neyse, pencereden dışarı baktığımda gördüğüm şey, başka bir şeydi. Her yerde şiddetin izleri vardı! O doğallık neredeydi? Karşımdaki manzara iğrençti. O güzellik nereye gitmişti?
Aslında kendinden bahsetmektedir. Bilmenin içindeki boşluğu büyütmekten başka bir işe yaramadığını söylemek istemektedir. Doğal olanı bozmaktan. Bunu aşağıdaki sözlerinden anlarız:
Yine de içerlediğim bir şey var. Kendimi hayata hazırlamıştım. Daha yüksek bir hayata. Kendi irademle yaptım bunu. Sonunda bütün bunlar bana ayak bağı oldu. Felsefe, din tarihi, estetik okudum.
Sonsuzluk ve Bir Gün filmine yorum yazdı:
Bir otobüsün içi küçültülmüş bir dünya gibidir. Dışarıda esip gürleyen kızıl bayraklı bir militan koltuğunda uyuklar. Sevmediği erkekten çiçek alan kızın attığı çiçeği başka bir erkek, evdeki mutsuz karısına götürmek için yerden keyifle alır. Yaşlı ve şemsiyeli adamlar aynı durakta inmek için yorgunca ayaklanırlar. İndikleri bölge sessizce ölmek için tasarlanmış gibidir. Yaşlı adam ve çocuk; biri ölüm yolculuğuna, öbürü kaçak yaşadığı topraklardan memleketine yapacağı yolculuğa hazırlanırken umutları birbirine karışır, birbirini besler. Yaşlı adam, sıkça geçmişinde dolaşır. Yazacağı kitaplar uğruna, kafasındaki uğursuz fikirleri şekillendirmek uğruna bütün ömrünü harcarken, karısı ondan iki kitap arası kendine ayrılacak bir zaman, hatta bir gün ister. Ama bu geçmiş zamanda, şimdiki haliyle dolaşıp af dilemesi, onların isteklerini yerine getirmek için çabalaması boşunadır. Kendinden yüz çevrilmesi, geçmişte kalan o güzel yaz günlerinde, kışlık paltosuyla aralarında dolaşması, umursanmam ... DevamıBir otobüsün içi küçültülmüş bir dünya gibidir. Dışarıda esip gürleyen kızıl bayraklı bir militan koltuğunda uyuklar. Sevmediği erkekten çiçek alan kızın attığı çiçeği başka bir erkek, evdeki mutsuz karısına götürmek için yerden keyifle alır. Yaşlı ve şemsiyeli adamlar aynı durakta inmek için yorgunca ayaklanırlar. İndikleri bölge sessizce ölmek için tasarlanmış gibidir. Yaşlı adam ve çocuk; biri ölüm yolculuğuna, öbürü kaçak yaşadığı topraklardan memleketine yapacağı yolculuğa hazırlanırken umutları birbirine karışır, birbirini besler. Yaşlı adam, sıkça geçmişinde dolaşır. Yazacağı kitaplar uğruna, kafasındaki uğursuz fikirleri şekillendirmek uğruna bütün ömrünü harcarken, karısı ondan iki kitap arası kendine ayrılacak bir zaman, hatta bir gün ister. Ama bu geçmiş zamanda, şimdiki haliyle dolaşıp af dilemesi, onların isteklerini yerine getirmek için çabalaması boşunadır. Kendinden yüz çevrilmesi, geçmişte kalan o güzel yaz günlerinde, kışlık paltosuyla aralarında dolaşması, umursanmaması, çektiği acının ve pişmanlığın yansıması gibidir. Kendini bırakmakta olan bedeninden vazgeçip, bir çocuğun bedeninde var olmak ister. Bu çabasının da boşa olmasını aynı hastalıklı umursamazlıkla, bir gün bile olsa unutmak ister. Kelimeler satın alıp karşılığında para maddiyat- vererek yok olmayacak, kendinden geriye kalacak bir şiir inşa etmeye çalışır. Hastalık ruhuna sıçramadan temize çıkmaya çalışır. Büyük bir sessizlik, kabulleniş ve olgunlukla.
Kanlı Toprak filmine yorum yazdı:
Bir başyapıt daha. Malikin 30 yaşındayken çektiği ilk film. Zaten toplamda 4 filmi var. Fazlasıyla ilginç bir yönetmen. Röportaj vermiyor, fotoğrafları, görüntüsü pek yok. İki filmi arasında geçen süre 20 yıl. Bu filmde kısacık bir rolü var ve adı jenerikte geçmiyor. 1950ler Amerikasında yaşanmış bir olaydan yola çıkarak çekilmiş bir film. Nedensiz yere şiddet uygulayan, öldüren bir karakterin bir kıza aşık olup onun için her şeyi yapması üzerine gelişiyor olaylar. Dış ses olarak Sissy Spacekin ağzından dinliyoruz olayları. Spacekin, 15 yaşında bir kızın dünyasından yorumlayıp, adamımızın işlediği cinayetleri oyunmuş gibi anlatması fazlasıyla ironik. Görüntü yönetmenliği tek kelime ile kusursuz. Malik de hemen akla Kubricki getiriyor, her türlü takıntısı ve mükemmeli araması ile. Ortaya çıkan iş ise tek kelime ile mükemmel.
9 / 10
Hayallerin Peşinde filmine yorum yazdı:
Döneminde çok okunan, kült olmuş bir romanı uyarlamış Mendes. 1955de bir banliyö evine (mevcut banliyö treni olgusu nedeniyle Türkiyede kenar mahalle olarak anlaşılan, esasen şehir dışında oturmaya parası yetenlerin oturduğu yerleri tanımlamakta kullanılan terim...-ekşisözlük) yerleşen genç çiftin yükselirken düşüşü üzerine. Savaş sonrası filizlenmeye başlayan kapitalizmin ilk denekleri, kurbanları olan bu insanların durumunu görmek için kaçırılmaması gereken bir film. Dönemi çok iyi yansıtmışlar her anlamda. Hollywood sinemasında banliyö mekanlar meşhurdur, bilen bilir. Buz Fırtınası, Örümcek Adam, Big Fish, Pleasantville gibi filmler bu yerlerde geçer ve mekanlara fazlasıyla vurgu yapılır. İzole ortam olmalarının orada yaşayan insanlar üzerindeki etkisi, yabancılaşma, şehrin kalabalığından kurtulmuş olmanın verdiği huzurla, yeni tatminsizliklerin birbirine karışması, çılgınca şeyler deneme isteği (bkz: Buz Fırtınası) Filmde özellikle bir karakter var ki, sahnelerinde diğerlerini ezip ... DevamıDöneminde çok okunan, kült olmuş bir romanı uyarlamış Mendes. 1955de bir banliyö evine (mevcut banliyö treni olgusu nedeniyle Türkiyede kenar mahalle olarak anlaşılan, esasen şehir dışında oturmaya parası yetenlerin oturduğu yerleri tanımlamakta kullanılan terim...-ekşisözlük) yerleşen genç çiftin yükselirken düşüşü üzerine. Savaş sonrası filizlenmeye başlayan kapitalizmin ilk denekleri, kurbanları olan bu insanların durumunu görmek için kaçırılmaması gereken bir film. Dönemi çok iyi yansıtmışlar her anlamda. Hollywood sinemasında banliyö mekanlar meşhurdur, bilen bilir. Buz Fırtınası, Örümcek Adam, Big Fish, Pleasantville gibi filmler bu yerlerde geçer ve mekanlara fazlasıyla vurgu yapılır. İzole ortam olmalarının orada yaşayan insanlar üzerindeki etkisi, yabancılaşma, şehrin kalabalığından kurtulmuş olmanın verdiği huzurla, yeni tatminsizliklerin birbirine karışması, çılgınca şeyler deneme isteği (bkz: Buz Fırtınası) Filmde özellikle bir karakter var ki, sahnelerinde diğerlerini ezip geçiyor: Michael Shannon. Bu adama dikkat. Henüz 35 yaşında ve müthiş bir oyuncu. William Friedkinin Bug filminde çok zorlu bir başrolün altından kalkabilmişti. Bu filmde de kendini fazlasıyla parlatmış. Mendes bence iyi bir yönetmen ama bu filmde biraz sönük kalmış.
7.5 / 10
Haneke aile üzerinden sistemi sorguluyor her zaman yaptığı gibi. İktisat bilimini(kabaca, sınırlı ... Devamı
Haneke aile üzerinden sistemi sorguluyor her zaman yaptığı gibi. İktisat bilimini(kabaca, sınırlı kaynakların paylaşımı) icat eden batılı, refaha ulaşmış toplumların başkalarının sırtından kazandıklarıyla mutlu olamayacaklarını, bunun çözüm olmadığını, -belki de çözüm hiçbir zaman yoktur- mutlu ve huzurlu görünmenin boşuna bir çaba olduğunu, altındaki çarpıklıkları çok iyi gösteriyor. Kendisi de Marksist olan Haneke, sosyalizmin de(kabaca, emeğine güre ücret) aslında komünizme (kabaca, herkese eşit ücret) bir geçiş evresi olduğunu, orada kalınmaması gerektiğini söylüyor. Bu günkü güler yüzlü sosyalizm dedikleri türle güzelce yönetildiklerini ve problemlerinin kalmadığını sanan Avrupalı devletlere de yanıldıklarını 20 sene öncesinden gösteriyor.