8 ay önce
Zuhal filmine yorum yazdı:
" bakışlarım beyaz
bulutlara karşı obur "
The Story of Film: A New Generation filmine yorum yazdı:
Mark Cousins, sinema ile ilgili yaptığı belgesellerle dikkatimi çeken ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. 2011 de "The Story of Film: An Odyssey" isimli belgeseli ile sinema tarihini geçmişten günümüze derinlemesine bir şekilde ele almıştı. Belgesel birer saatlik 15 ayrı bölümden oluşuyor. Sinemanın doğuşundan itibaren günümüze kadar gelişimini, akımları ve türleri tüm dünya sinemasından örneklerle aktarıyor. Her bir yeniliğin sinemacıları nasıl etkilediğini ve birbirleri ile olan etkileşimi irdeliyor.
Bu belgeselden tam 10 yıl sonra 2021 de, Cousins bu sefer "The Story of Film: A New Generation" ile sinema dilini genişleten ve yenilikler katan filmlerin peşine düşüyor. Hem önceki filmin devamı hemde bir nevi güncelleme yapmış oluyor. Bu belgesel günümüz sinemasındaki gelişme ve yenilikleri dünyanın bir çok ülkesinden örneklere yer vererek inceliyor. Komediden, korkuya her türdeki değişimi belgeseller dahil ele alıyor. Yönetmen, kendine has tarzıyla bu filmlerde yönetmenlerin kullandı ... DevamıMark Cousins, sinema ile ilgili yaptığı belgesellerle dikkatimi çeken ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. 2011 de "The Story of Film: An Odyssey" isimli belgeseli ile sinema tarihini geçmişten günümüze derinlemesine bir şekilde ele almıştı. Belgesel birer saatlik 15 ayrı bölümden oluşuyor. Sinemanın doğuşundan itibaren günümüze kadar gelişimini, akımları ve türleri tüm dünya sinemasından örneklerle aktarıyor. Her bir yeniliğin sinemacıları nasıl etkilediğini ve birbirleri ile olan etkileşimi irdeliyor.
Bu belgeselden tam 10 yıl sonra 2021 de, Cousins bu sefer "The Story of Film: A New Generation" ile sinema dilini genişleten ve yenilikler katan filmlerin peşine düşüyor. Hem önceki filmin devamı hemde bir nevi güncelleme yapmış oluyor. Bu belgesel günümüz sinemasındaki gelişme ve yenilikleri dünyanın bir çok ülkesinden örneklere yer vererek inceliyor. Komediden, korkuya her türdeki değişimi belgeseller dahil ele alıyor. Yönetmen, kendine has tarzıyla bu filmlerde yönetmenlerin kullandığı yeni teknik ve teknolojileri, sinema tarihinde benzer adımlar atan filmlerden bölümlerle bir araya getirip karşılaştırıyor. Sinema dilinin zenginleşmesine katkıda bulunan bu filmlerdeki değişimin ne gibi farklılıklar yarattığını ve seyircinin bundan nasıl etkilediğini ortaya koymaya çalışıyor.
"The Story of Film: A New Generation" ı kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Üç saate yakın bir süresi olmasına rağmen izlerken sıkılmayacağınız ve içerisinde yer verilen filmlerden büyük bir merakla izleme listenize almaya değecek onlarca film keşfetmeniz kaçınılmaz.
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filmine yorum yazdı:
Şimdiye kadar sanırım birçok savaş filmi izlemişimdir, All Quiet on the Western Front (2022) ta bunların en iyilerinden birisiydi. Aslında izlemeden çok önce dikkatimi çekmişti ve filmle ilgili karşılaştığım yorumların olumlu olmasına rağmen yine de izlemek istememiştim. Çünkü kafamda, artık bir savaş filminde daha önceki izlediklerimden farklı olarak ne görebilirim ki düşüncesi hakimdi. 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' romanı daha önce 1930 yılında sinemaya uyarlanmış ve en iyi film oscar'ı kazanmış olmasına rağmen, bu filmin Almanlar tarafından yeniden uyarlanarak en iyi film oscar'ı adaylığı aldığını görünce filmi izlemeye karar verdim.
Film, 1. Dünya savaşı sırasında gencecik öğrencilerin hiç bir eğitim almadan savaş alanına gönderilmesi ile başlıyor. Hikayenin başında tanıştığımız Paul ile finale kadar sürecek bir yolculuk başlıyor. Bu durumun aslında bir çok savaş filminde karşılaştığım tanıdık bir anlatı biçimi olduğunu söyleyebilirim. Hatta Sam Mendes'in '1917' (2019) isiml ... DevamıŞimdiye kadar sanırım birçok savaş filmi izlemişimdir, All Quiet on the Western Front (2022) ta bunların en iyilerinden birisiydi. Aslında izlemeden çok önce dikkatimi çekmişti ve filmle ilgili karşılaştığım yorumların olumlu olmasına rağmen yine de izlemek istememiştim. Çünkü kafamda, artık bir savaş filminde daha önceki izlediklerimden farklı olarak ne görebilirim ki düşüncesi hakimdi. 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' romanı daha önce 1930 yılında sinemaya uyarlanmış ve en iyi film oscar'ı kazanmış olmasına rağmen, bu filmin Almanlar tarafından yeniden uyarlanarak en iyi film oscar'ı adaylığı aldığını görünce filmi izlemeye karar verdim.
Film, 1. Dünya savaşı sırasında gencecik öğrencilerin hiç bir eğitim almadan savaş alanına gönderilmesi ile başlıyor. Hikayenin başında tanıştığımız Paul ile finale kadar sürecek bir yolculuk başlıyor. Bu durumun aslında bir çok savaş filminde karşılaştığım tanıdık bir anlatı biçimi olduğunu söyleyebilirim. Hatta Sam Mendes'in '1917' (2019) isimli filmi, bu filmden çok kısa bir süre önce çekilmiş olmasına rağmen bu kadar benzer bir hikayenin yeniden çekilmiş olması da izlerken beni oldukça şaşırttı. Filmin başında karşılaştığım bu şaşkınlık hali, filmin sonunda cevabını alıyor. (Yazımın sonunda bu durumu açıklamaya çalışacağım.)
Dikkat! yazının bundan sonrası filme dair ayrıntılar da içermektedir.
Paul, savaş alanında defalarca ölümle burun buruna geliyor, hayatta kalmanın kurallarını birer birer bu şekilde öğreniyor. Öğrendiği her şey bir sonraki karşılaşacağı tehlikede hayatını kurtarabilir ya da bilmediği eğitimini almadığı çok basit bir hatanın hayatına mal olabileceğine tanıklık ediyoruz. Aldığı ilk ders sonrasında kendisine iyi olup olmadığını soran kendinden daha deneyimli bir askerin, eline bir torba tutuşturup ölen askerlerin boynundaki künyeleri toplamasını istediğini görüyoruz. Kahramanın yolculuğu aslında tam da bu noktada başlıyor ve son buluyor.
Hikayenin başında, Paul'un bir düşman askerini öldürürken, gayet insani bir biçimde ne kadar zorlandığını ve sonrasında ne kadar pişmanlık duyduğunu görüyoruz. Filmin finalinde savaşın sona ermesiyle birlikte artık bu acemi askerin yerini, tüm dostlarını ve duygularını kaybetmiş bir savaş makinesi almıştır. Künye torbası ise, bu sefer Paul'un hayatını kurtardığı acemi bir askerin eline tutuşturularak, aslında batı cephesinde yeni bir şey olmadığı döngüsü ortaya konuyor.
Bir asrı geçkin bir süre önce gerçekleşmiş bir savaş ve hemen sonrasında yazılan bir roman, yine yaklaşık bir asır önce çekilmiş bir film, ve şaşırmama sebep olan benzeri yüzlercesi varken, bugün yeniden çekiliyor yeniden önümüze konuluyor. Neden mi ? Cevap çok açık film ismiyle müsemma...
Çünkü batı cephesinde yeni bir şey yok, doğu cephesinde yeni bir şey yok, dünyada yeni bir şey yok. Savaşlar hala devam ediyor, insanlar hala ölüyor ve öldürüyor, İzlediklerinden, okuduklarından ve yaşadıklarından ders almıyor alsa da unutuyor.
Filmdeki gibi bugün masa başındakiler hala "itibardan tasarruf olmaz" diyen bir anlayışla yaşam sürerken, halkını açlığa ve acıya sürüklüyor. Kendi egoları ve kibirleri yüzünden halkını, kahramanlık hikayeleri uydurarak "bir gece ansızın gelebiliriz" diyerek savaş çığırtkanlığı yapıyor ve savaşlara sürüklüyor. İnsanlık, savaşlardan, salgınlardan, depremlerden, hiç bir afetten ders almıyor. Masa başındakiler hala, "kader'' ya da "bu işin fıtratında var" diyor.
Bu filmler, insanlık adına hiç bir cephede değişen yeni bir şey olmadığı için tekrar tekrar çekiliyor ve çekilmeye devam edilecek, hatırlatmak için belki de sadece UNUTMAYALIM diye. Duygularımızı kaybettiğimizi söylemek için, masumiyetimizi kaybettiğimizi fark edebilmemiz için, kibrit kutusunun içinde bile olsa bir canlıyı yaşatmaya çalışmayı ve bizi insan yapan şeyleri tekrar hissedebilmemiz için, belki sadece öğrendiklerimizden ders almayıp birer makineye dönüştüğümüzü yüzümüze vurmak için.
Eğer künye torbasını elinize almak istemiyor ve artık yeni bir şey olsun istiyorsanız. "Unutmayalım" diyenlerin sözünü kesmeyin, kestirmeyin ve unutmayın, sadece yeni bir şey olsun diye...
9 Kere Leyla filmine yorum yazdı:
’Ezel’in Ebedi Leyla’sı’
Adem varlıklı bir iş adamıdır. Evlilik terapisti Nergis’e aşık olunca eşi Leyla’dan ayrılmak ister. Leyla’nın aşırı iyimser tavrı karşısında, onu öldürmek için planlar yapmaya başlar. Denediği her girişim başarısız olunca, antika bir el yazmasının peşinde olan Mahdum’la işbirliği yapar.
’’9 Kere Leyla’’ Netflix için üretilmiş olmasına rağmen, Ezel Akay hikaye anlatıcılığını ve tarzını filme aktarmayı başarmış. Ortaya mecraya uygun bir yönetmen filmi çıkmış. Ezel Akay’ın diğer filmlerindeki müzikal bölümler ’’9 Kere Leyla’’ da, Adem’in ölüm takıntısıyla karşılaşıp bayıldığı sahnelerde ortaya çıkıyor. Adem rolünde Haluk Bilginer, performansı ile adeta bir ses sanatçısına dönüşüyor. Yönetmenin mizahi üslubu ve hemen her filminde olduğu gibi kendisine oyuncu olarak küçük bir rol vermesi, vazgeçemediği detaylardan sadece bazıları. Filmin açılış sahnesinde Nergis’in, ’7 musluk kuruttum’ repliği ise filmleri arasında bağlantılar kurmayı seven yönetmenin ’’7 Kocalı Hü ... Devamı’Ezel’in Ebedi Leyla’sı’
Adem varlıklı bir iş adamıdır. Evlilik terapisti Nergis’e aşık olunca eşi Leyla’dan ayrılmak ister. Leyla’nın aşırı iyimser tavrı karşısında, onu öldürmek için planlar yapmaya başlar. Denediği her girişim başarısız olunca, antika bir el yazmasının peşinde olan Mahdum’la işbirliği yapar.
’’9 Kere Leyla’’ Netflix için üretilmiş olmasına rağmen, Ezel Akay hikaye anlatıcılığını ve tarzını filme aktarmayı başarmış. Ortaya mecraya uygun bir yönetmen filmi çıkmış. Ezel Akay’ın diğer filmlerindeki müzikal bölümler ’’9 Kere Leyla’’ da, Adem’in ölüm takıntısıyla karşılaşıp bayıldığı sahnelerde ortaya çıkıyor. Adem rolünde Haluk Bilginer, performansı ile adeta bir ses sanatçısına dönüşüyor. Yönetmenin mizahi üslubu ve hemen her filminde olduğu gibi kendisine oyuncu olarak küçük bir rol vermesi, vazgeçemediği detaylardan sadece bazıları. Filmin açılış sahnesinde Nergis’in, ’7 musluk kuruttum’ repliği ise filmleri arasında bağlantılar kurmayı seven yönetmenin ’’7 Kocalı Hürmüz’ filmine bir nevi göndermesi sayılabilir.
Film, karakterleri tanıtırken kullandığı profil çerçeveleri ile her bir karakterin hikayede önemli bir yere sahip olacağını vurguluyor. Filmdeki ana karakterlerin kendine has takıntıları ve kusurları var. Adem’in ’kızılcık şurubum’, ’frambuazlı çikolatam’ gibi iltifatları ve ölüm takıntısı, Nergis’in, sevmem diye biten cümleleri, Haris’in, başarısız benzetmeleri, Mahdum’un ise ’iki’ takıntısı vardır. Oyuncuların genel olarak abartılı performansları, filmin absürte varan kendi gerçekliğinde göze batmıyor. Ayrıca filmdeki her karakter ismini bir mitolojik hikaye ve kahramandan almış. Bu şekilde film, hem daha zengin bir alt metne sahip olmuş, hem de isimlerin mitolojik kökeni göz önüne alındığında hikaye daha anlaşılır bir hal alıyor. Buna rağmen filmin, Hızır ve İlyas (Hıdırellez), bolca kullanılan yasak elma, Adem ve Havva’nın cennetten kovulması gibi mitleri finalde tam olarak bir yere bağlayabildiğini söyleyebilmekte zor.
Teknik anlamda sahneler arası geçişler oldukça başarılı, bu yönetmenin reklam filmlerinden gelen deneyiminin de etkisiyle olsa gerek. Gerçeküstü sahnelerde ise görüntüler için kullanılan efektler göz tırmalıyor. Sinema emekçileri ve senarist karakter üzerinden üretilmeye çalışılan espriler ise filmin hikayesi içinde alakasız kalıyor. Leyla, hikayenin içinde pek belli etmese de kadın tutmak’ gibi cinsiyetçi söylemlerden rahatsız oluyor. Bu durum erkeklerin varoluşundan başlayarak devam eden cinsiyetçiliğe dair eleştirel bir mesajla biten finalin, beklenen etkiden uzak ve sönük kalmasına sebep oluyor. Leyla’nın hayat verdiği farklı kadın temsilleri de, filmin finalde vermeye çalıştığı mesajın anlam kazanması için yeterli olmuyor.
Derisini Satan Adam filmine yorum yazdı:
’The Man Who Sold His Skin’ filmi öncelikle yabancı dilde en iyi film Oscarı adayı olması, ardından fragmanında çok sevdiğim Acid Arab’ın ’Stil’ parçasını duymam beni hemen yakaladı. Müzik Fransız bir gruba ait olsa da aslında bize pek Fransız bir iş değil, şöyle ki; sözler Karacaoğlan’ın ’Demedim Mi’ isimli şiirinden, seslendiren ise bizden bir sanatçı Cem Yıldız. Tüm bunların üstüne bir de fragmanda Monica Bellucci’yi görünce izlemek kaçınılmaz oldu.
Sam Ali, savaş ve kısıtlamalar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte sevdiği kız ile ayrı düşer, ona tekrar ulaşabilmek için çağdaş bir sanatçının sırtına dövme yapma teklifini kabul ederek Mephistopheles/Faust benzeri bir ilişkinin de önünü açmış olur. Canlı bir sanat eserine dönüşen Sam Ali, önceleri durumdan memnun olsa da zamanla bir metaya dönüşür ve özgürlüğünü kaybettiğini anlar. Gerçek bir olaydan (bknz: Wim Delvoye, Tim Steiner) esinlenerek oluşturulan senaryo oldukça etkileyici olsa da, filmin senaryoyu bi ... Devamı’The Man Who Sold His Skin’ filmi öncelikle yabancı dilde en iyi film Oscarı adayı olması, ardından fragmanında çok sevdiğim Acid Arab’ın ’Stil’ parçasını duymam beni hemen yakaladı. Müzik Fransız bir gruba ait olsa da aslında bize pek Fransız bir iş değil, şöyle ki; sözler Karacaoğlan’ın ’Demedim Mi’ isimli şiirinden, seslendiren ise bizden bir sanatçı Cem Yıldız. Tüm bunların üstüne bir de fragmanda Monica Bellucci’yi görünce izlemek kaçınılmaz oldu.
Sam Ali, savaş ve kısıtlamalar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte sevdiği kız ile ayrı düşer, ona tekrar ulaşabilmek için çağdaş bir sanatçının sırtına dövme yapma teklifini kabul ederek Mephistopheles/Faust benzeri bir ilişkinin de önünü açmış olur. Canlı bir sanat eserine dönüşen Sam Ali, önceleri durumdan memnun olsa da zamanla bir metaya dönüşür ve özgürlüğünü kaybettiğini anlar. Gerçek bir olaydan (bknz: Wim Delvoye, Tim Steiner) esinlenerek oluşturulan senaryo oldukça etkileyici olsa da, filmin senaryoyu bir finale bağlamak konusunda başarılı olduğunu söylemek güç. Muhtemelen film için düşünülmüş alternatif bütün finalleri filmde kullanmaya karar vermişler. Eserin satıldığı anda kendini canlı bir bomba gibi patlamak isteyişi, yine çağdaş bir sanatçı olan Banksy’nin ’Kırmızı Balonlu Kız’ ının satıldığı anda kendini yok etmesine benzese de makul ve etkileyici bir son olabilirdi zaten. Bunun yerine sürpriz bir sonla seyirciyi şaşırtayım derken konuyu dağıtıp inandırıcılıktan uzaklaşıyor ve mutlu sona bağlama endişesi ile duygusunu da yitiriyor. Tüm bu eksilerine rağmen Oscarı kazanan ’Another Round’ kadar iyi belki ondan bile iyi bir film var ortada. Fragmanda duyduğum şarkı ve Bellucci, belki pazarlama açısından çok başarılı, ama filmin içinde şarkının duyulmaması ve Bellucci’nin sıradan bir rolde olması benim için hayal kırıklığıydı.
Hugo filmine yorum yazdı:
Hugo, babası ölünce amcası ile birlikte istasyondaki saatin bakımı ile ilgilenmektedir. Babasından kalan çizim yapabilen otomatı tamir ederek, kendisine bırakmış olabileceği mesaja ulaşmak ister. Georges Melies ise bir tren istasyonunda küçük bir oyuncakçı dükkanı işletmektedir. Dükkanından kaybolan parçaları çalan Hugo’yu yakaladığında cebinden çıkan defteri inceler. Defterde otomata ait çizimlerin olduğu sayfaları hızlı bir şekilde çevirdiğinde, sinemada olduğu gibi görüntüler hareket kazanır. Defter, Melies’e hem kendi yapmış olduğu otomatı hem de artık unutmak istediği sinemayı hatırlatır. Otomat, tamir edildikten sonra gerçekleştirdiği ilk çizim Melies’in Ay’a Seyahat’ filmine aittir. Öldüğü sanılan Melies’i saklanmaya çalıştığı yerden, kendi yaptığı otomat ve kendisi gibi bozuk şeyleri onarmayı seven Hugo çıkarır. Melies, sihirbazlık ile ilgilenirken sinemayla tanışınca sihirbazlığa ait birikimini başarılı bir şekilde sinemaya taşı ... Devamı
Hugo, babası ölünce amcası ile birlikte istasyondaki saatin bakımı ile ilgilenmektedir. Babasından kalan çizim yapabilen otomatı tamir ederek, kendisine bırakmış olabileceği mesaja ulaşmak ister. Georges Melies ise bir tren istasyonunda küçük bir oyuncakçı dükkanı işletmektedir. Dükkanından kaybolan parçaları çalan Hugo’yu yakaladığında cebinden çıkan defteri inceler. Defterde otomata ait çizimlerin olduğu sayfaları hızlı bir şekilde çevirdiğinde, sinemada olduğu gibi görüntüler hareket kazanır. Defter, Melies’e hem kendi yapmış olduğu otomatı hem de artık unutmak istediği sinemayı hatırlatır. Otomat, tamir edildikten sonra gerçekleştirdiği ilk çizim Melies’in Ay’a Seyahat’ filmine aittir. Öldüğü sanılan Melies’i saklanmaya çalıştığı yerden, kendi yaptığı otomat ve kendisi gibi bozuk şeyleri onarmayı seven Hugo çıkarır. Melies, sihirbazlık ile ilgilenirken sinemayla tanışınca sihirbazlığa ait birikimini başarılı bir şekilde sinemaya taşır. Kendisinden önce çekilmiş olan filmler basit görüntülerden oluşurken, Melies çektiği filmlerde kestiği ve eklediği bir kaç kare ile göz yanılgısını kullanarak, hayalleri gerçeğe dönüştürmeyi başarır.
Filmin açılış sahnesinde, hareket halindeki makine çarkları ve şehrin hareket eden ışıkları arka arkaya gösterilerek uyumlu bir geçiş sağlanmıştır. Bu sahne, film içinde ikinci defa tekrar ederken Hugo ’’Ben tüm dünyayı bir makine olarak düşünürüm. Makineler asla fazladan parçalarla gelmezler. Makineler daima ihtiyaçları kadar parçayla gelirler. İşte bu yüzden düşündüm ki, eğer tüm dünya kocaman bir makine ise ben fazladan bir parça olamam. Burada olmamın bir sebebi var.’’ diyerek kullanılan görüntünün gücünü de arkasına alır. Hugo, istasyon bekçisi tarafından yakalandığında otomatı düşürdüğü için, Melies’i görünce otomatın bozulduğunu söyler. Bunun üzerine Melies, Hugo’ya otomatın görevini yerine getirdiğini söyler.
Filmde Hugo, istasyon bekçisi tarafından kovalandığında saat kulesine saklanır ve saatin yelkovanına asılı kalır, bu sahne aslında 1923 yapımı Safety Last!’ filmine saygı duruşu niteliğindedir. Filmler arasındaki saygı niteliği taşıyan tekrarlar filmin sinema sevgisine dair söylemine de hizmet ediyor. Hugo’nun otomat sayesinde, kendini saklamaya çalışan Melies’i bulduğu gibi, sinema tarihi de geriye dönük kendini saklamış sinemacılar, filmler ve sahnelerle dolu. Kendileri gibi düşünenleri ya da geride bıraktıkları sayesinde keşfedilmeyi bekliyorlar. İlk film denildiğinde her ne kadar Lumiere kardeşlerin ismi akla geliyor olsa da, Martin Scorsese filminde George Melies’in sinemaya katkısına dikkat çekmiş. Martin Scorsese, bir çok filminde olduğu gibi yine kendisine küçük bir rol vererek filminin içine saklanmış, George Melies’in sette fotoğrafını çeken kişi Scorsese’nin ta kendisidir.
Sound of Metal filmine yorum yazdı:
Duyma yetisini kaybetmeye başlayan bir müzisyen olan Ruben Stone, sürece uyum sağlayabilmek için kendine has kuralları olan bir dernekten eğitim almak zorunda kalır. Diğer tarafta pahalı bir implant tedavisi seçeneği vardır. Bu dönemde sevgilisinden de ayrı kalan Ruben, ciddi bir sınavdan geçer.
Daha önce sadece bir belgesel çekmiş olan yönetmen Darius Marder, Sound of Metal’de ilk film için bir çok açıdan oldukça başarılı bir iş ortaya koymuş.
Film, karakterin yaşadığı şok anı, durumunu kabullenmeyişi ve yaşadığı duyguları, filmin ses tasarımı sayesinde güçlü bir şekilde hissettirmeyi başarıyor.
Karakterin bulunduğu sahnelerde onun duyduğu sesin seviyesine ve netliğine maruz kalıyoruz. Filmde, karakterin olduğu yakın planlarda onun gibi duyabiliyorken, geniş açıdan gördüğümüz sahnelerde ise ses normale dönüyor. Ruben’in eğitim almaya başladığı sırada karşılaştığı çaresizlik, işaret dilini bilmeyen genel seyirci kitlesi içinde geçerli oluyor. Bu anlamda, filmin ses tasarımı ile yaratt ... DevamıDuyma yetisini kaybetmeye başlayan bir müzisyen olan Ruben Stone, sürece uyum sağlayabilmek için kendine has kuralları olan bir dernekten eğitim almak zorunda kalır. Diğer tarafta pahalı bir implant tedavisi seçeneği vardır. Bu dönemde sevgilisinden de ayrı kalan Ruben, ciddi bir sınavdan geçer.
Daha önce sadece bir belgesel çekmiş olan yönetmen Darius Marder, Sound of Metal’de ilk film için bir çok açıdan oldukça başarılı bir iş ortaya koymuş.
Film, karakterin yaşadığı şok anı, durumunu kabullenmeyişi ve yaşadığı duyguları, filmin ses tasarımı sayesinde güçlü bir şekilde hissettirmeyi başarıyor.
Karakterin bulunduğu sahnelerde onun duyduğu sesin seviyesine ve netliğine maruz kalıyoruz. Filmde, karakterin olduğu yakın planlarda onun gibi duyabiliyorken, geniş açıdan gördüğümüz sahnelerde ise ses normale dönüyor. Ruben’in eğitim almaya başladığı sırada karşılaştığı çaresizlik, işaret dilini bilmeyen genel seyirci kitlesi içinde geçerli oluyor. Bu anlamda, filmin ses tasarımı ile yarattığı dil, karakterin iç huzursuzluğunu, kaygılarını ve gerilimi sonuna kadar hissettirmeyi başarıyor. Kahramanımızın yolculuğu sona erdiğinde, Ruben duymak ve duyguları konusunda bir aydınlanma yaşarken, seyircide ise bu farklı deneyimin yarattığı trans ve sarhoşluk etkisi kalıyor geriye. Neredeyse hiç bir yönüyle aksamayan film, özellikle başrol oyuncusunun performansı ile öne çıkıyor.
Riz Ahmed, daha önce Nightcrawler filmindeki yardımcı rolü ile dikkatimi çekmişti. Sound of Metal’de ise oyunculuğunu zirveye taşıdığını söylemek mümkün, bu performansla olası bir Oscar ödülüne çok yakın duruyor. Ödüllere değinmişken, filmin teknik anlamda sesle ilgili rakiplerini bilmiyorum ama bu konuda ödül kazanması da muhtemel.
Hikayeyi ele alış biçimi, oluşturduğu sinematografik dil ve oyunculuk anlamında çok başarılı bulduğum Sound of Metal’i rahatlıkla izlemenizi tavsiye ederim.
Nomadland filmine yorum yazdı:
Chloe Zhao’nun üçüncü uzun metrajlı filmi olan ’Nomadland’ gerçek bir hikayeden uyarlanmış. İşini ve eşini kaybeden Fern, herşeyi geride bırakarak karavanda yaşamayı seçer. Yolculuğu esnasında karşılaştığı zorluklar ve tanıştığı insanlardan öğrendikleriyle yeni hayatına uyum sağlamaya çalışır. Fern’in, kendisi gibi karavanda yaşamını sürdüren Swankie’ye baktığında yakın gelecekte ne gibi durumlarla karşı karşıya kalacağını görebilmesi mümkündür. Önünde göçebelikten kurtulup yerleşik hayata geçme fırsatları varken, evi olarak benimsediği karavanın da yaşamayı seçer. Filmin başrolünde Fern, olarak gördüğümüz Frances McDormand böyle bir hikaye için doğru bir tercih olmuş. Hikayenin tamamının Fern, karakteri üzerinden ilerliyor olması, onu canlandıracak oyuncunun da McDormand gibi bir ustanın altından kalkabileceği bir rol haline getiriyor.
Yönetmen, önceki filmi The Rider’da gerçek rodeocuları kullandığı gibi, Nomadland’te karavan yaşamını seçen insanları oyuncu olarak kullanıyor. Bu şek ... DevamıChloe Zhao’nun üçüncü uzun metrajlı filmi olan ’Nomadland’ gerçek bir hikayeden uyarlanmış. İşini ve eşini kaybeden Fern, herşeyi geride bırakarak karavanda yaşamayı seçer. Yolculuğu esnasında karşılaştığı zorluklar ve tanıştığı insanlardan öğrendikleriyle yeni hayatına uyum sağlamaya çalışır. Fern’in, kendisi gibi karavanda yaşamını sürdüren Swankie’ye baktığında yakın gelecekte ne gibi durumlarla karşı karşıya kalacağını görebilmesi mümkündür. Önünde göçebelikten kurtulup yerleşik hayata geçme fırsatları varken, evi olarak benimsediği karavanın da yaşamayı seçer. Filmin başrolünde Fern, olarak gördüğümüz Frances McDormand böyle bir hikaye için doğru bir tercih olmuş. Hikayenin tamamının Fern, karakteri üzerinden ilerliyor olması, onu canlandıracak oyuncunun da McDormand gibi bir ustanın altından kalkabileceği bir rol haline getiriyor.
Yönetmen, önceki filmi The Rider’da gerçek rodeocuları kullandığı gibi, Nomadland’te karavan yaşamını seçen insanları oyuncu olarak kullanıyor. Bu şekilde filmlerini belgesele yakın bir deneyime dönüştürdüğü söylenebilir.
Zhao, daha önce çektiği iki filmin de görüntü yönetmeni olan Joshua James Richards ile Nomadland’te yine işbirliğine devam etmiş. Richards’ın, ağırlıklı olarak genel planlardan faydalanması, ıssız doğanın içindeki ana karakteri yalnız olarak görüntülenmesi, filmin anlatı yapısına olumlu olarak yansımış. Karakterin yalnızlığı ve tek başınalığı, bu karelerle uyumlu olduğundan daha güçlü bir etkiye sahip olmuş. Nomadland, görüntü estetiğinin yarattığı atmosfer sayesinde, atlar ve kovboyların yerini, karavanların ve yalnız insanların aldığı modern bir Western filmi haline gelmiş.
Görüntülere eşlik eden müziklerin Ludovico Einaudi gibi bir müzisyene ait oluşu, filmin görsel olduğu kadar ve işitsel olarak ta bir ziyafet olmasını sağlıyor.
Possessor: Sahip filmine yorum yazdı:
’Possessor’ şiddet dozu yüksek ve kanlı sahneleri ile korku filmlerini aratmayacak bir bilim kurgu filmi. Korku türü ve şiddet sahneleri barındıran filmleri izlemekten rahatsız olanlara kesinlikle önermiyorum.
Bir şirket insanların zihin ve bedenlerine giriş yaparak bunu istedikleri doğrultuda kullanabilmektedir. En iyi ajanları Tasya ise yaptığı işi bırakmak ve devam etmek konusunda ikilem yaşamaktadır. Tasya, aldığı her yeni görevde gireceği bedeni inandırıcı şekilde canlandırabilmek için bir oyuncu gibi hazırlık yapar. Girdiği her rol ve yaşadığı deneyimlerin travması onu kendisi olmaktan giderek uzaklaştırır. Öyle ki artık ailesine döneceği zaman kendisini oynayabilmek için de hazırlık yapması gerekmektedir.
Yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen sadece kendi olmak yerine, bir çok kişi olmanın verdiği haz ağır basar.
Karakterin kendi ve girdiği bedenin zihni arasında kaldığı anlarda, gerçek ve soyut görselleri birleştirerek sunan kurgu biçimi, hem filmin anlatısını güçlendiriyor he ... Devamı’Possessor’ şiddet dozu yüksek ve kanlı sahneleri ile korku filmlerini aratmayacak bir bilim kurgu filmi. Korku türü ve şiddet sahneleri barındıran filmleri izlemekten rahatsız olanlara kesinlikle önermiyorum.
Bir şirket insanların zihin ve bedenlerine giriş yaparak bunu istedikleri doğrultuda kullanabilmektedir. En iyi ajanları Tasya ise yaptığı işi bırakmak ve devam etmek konusunda ikilem yaşamaktadır. Tasya, aldığı her yeni görevde gireceği bedeni inandırıcı şekilde canlandırabilmek için bir oyuncu gibi hazırlık yapar. Girdiği her rol ve yaşadığı deneyimlerin travması onu kendisi olmaktan giderek uzaklaştırır. Öyle ki artık ailesine döneceği zaman kendisini oynayabilmek için de hazırlık yapması gerekmektedir.
Yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen sadece kendi olmak yerine, bir çok kişi olmanın verdiği haz ağır basar.
Karakterin kendi ve girdiği bedenin zihni arasında kaldığı anlarda, gerçek ve soyut görselleri birleştirerek sunan kurgu biçimi, hem filmin anlatısını güçlendiriyor hem de bu sahneleri seyircinin belleğine kazıyor.
Roza of Smyrna filmine yorum yazdı:
Sanırım filmdeki en güzel şey Cem Aksakal’ın canlandırdığı karakterin adının Ömer Kavur olmasıydı...
Sırf senin adını taşıyor diye usulca oturup izleyeyim dedim.