Kutsal annelik, duyulmaz çığlık: Karanlık Kız

Karanlık Kız, kutsal annelik mitini alaşağı ediyor. Anneliğin zaman zaman ne kadar zor, boğucu, yorucu bir şey olabildiğini tüm gerçekçiliğiyle anlatıyor. Hemen hemen her kadının “yeterince iyi bir anne miyim?" ya da “iyi bir anne olabilir miyim?” sorusuyla boğuşmak durumunda bırakıldığı bir dünyada pembe bir masal anlatmıyor. Ama anneliği kötülemiyor da.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Hikâyeler gerçek hayattan kaçmanın en güvenli, uzlaşılmış yollarını sunar. Yaşanamamış aşklar, gerçekleşmemiş hayaller, geçmeyen geçmiş, başka hayatlar aracılığıyla yaşanır, gerçekleşir, yenilir yutulur kılınır. Hikâyelerde hep canlı tutulan “imkân”ın ateşi olmasa büyük ihtimalle gerçekliğin soğukluğuna dayanamaz, donar kalırdık. Umut dürtülmek, yaşama hevesi canlı tutulmak, hayaller anımsanmak ister.

Bazı hikâyelerse tam tersini yapar. Bizi kendi kuyularımıza indirir. Yavaş yavaş, sakince yaparlar bunu üstelik. Gözümüz karanlığa alışa alışa, göre göre dibe çekiliriz. Bu öyle bir hipnozdur ki, artık istesek de gözlerimizi kaçıramayız.

Gerçek hayatta biliyorsunuz, “kötüler” hep başkalarıdır. Karanlık duygular, bencillik, haset, hırs hep başka insanlara özgü lanetlerdir. Başkaları cehennem ve cennettir bu anlamda. Ötekilere bakıp “o kadar da değil ya, pes!” diyebildiğimiz her an kendimizi temize çekeriz. Sütten çıkmış ak kaşıklığımız, yüzleşme ve empatiden kaçınma becerisi(!) oranında artar.

İyi anlatılmış bir hikâyenin en iyi yanı, bu imkânı elimizden alması. Ana karakter toplum sözleşmesinin bazı tartışılmaz kurallarına aykırı, belli açılardan çok rahatsız edici ama bir o kadar da tanıdık, yer yer özdeşleşilebilir biri olduğunda okuma ve izleme deneyimi rahatlatıcılıktan uzaklaşır. Başkasının karanlığında kendimizi görmeye başlarız. “Sarsıcı, rahatsız edici, yumruk, tokat, sille” vb. tanımlarla anlatılır bu hikâyeler. Herkes rahatına o denli düşkün olmadığından, bu tür filmlerin, romanların da alıcısı olur.

Elena Ferrante’nin muhteşem romanı “Karanlık Kız”/The Lost Daughter’dan Maggie Gyllenhaal’in aynı adla uyarlayıp yönettiği film, tam böyle bir film. En büyük toplumsal tabulardan biri üstüne: Makbul annelik vasıflarından yoksun, “kötü” anne!

Çeviri, dilbilim alanında iyi bir akademisyen olan Leda (Olivia Colman), 48 yaşında küçük bir sahil kasabasında tek başına uzun bir tatile çıkar. Biri 23, diğeri 25 yaşına gelmiş kızlarının kariyerleri için babalarının yanına taşınmasıyla uzun zaman sonra ilk kez yalnız kalan Leda, görece huzurlu birkaç günden sonra plajda yengeli kuzenli, pastalı kremalı, kalabalık, gürültücü bir aileyle karşılaşır. Özellikle genç, güzel bir anne Nina (Dakota Johnson) ve kızı Elena arasındaki tuhaf yakın ilişkiden gözlerini alamayan Leda kendi geçmişiyle yüzleşmeye başlar. Leda’nın kendisinin bile anlamlandıramadığı, hayli çocukça bir eyleminin sonucunda, bu geniş toksik aileyle gerilimli bir ilişkinin de kapısı aralanır. 

Bu özetten de anlaşılmıştır: romanda ve bazı ince işlenmiş ayrıntılardaki değişikliklerle birlikte oldukça sadık bir uyarlama olan filmde, “bugün”, “şimdi” dişe dokunur hiçbir şey olmaz aslında. Ferrante’nin çoğu kitabı için söylenebileceği gibi, birkaç cümleyle anlatılması güç bir hikâyedir bu. Çünkü romanda dendiği gibi, “söylenemeyen söylenenden daha çok şey anlatır,” ve “anlatması en zor şeyler, kendimizin bile anlayamadığımız şeylerdir.”

Romana ve filme hakim olan hava, Leda’nın tatil boyunca karşılaştığı herkes ve özellikle de bu aileyle etkileşimlerinde, küçük boşlukların, anlık bir itiraz ya da ayak üstü bir konuşmanın yarattığı, önü alınamaz gerilimdir. Kendisinden hayli farklı bir kültürel arka plana sahip Nina’nın tüm hareketlerini, başkalarının izlediğini bilerek, “genç güzel anneyi oynayarak” yaptığını gözler Leda. O andan sonra bir tür suç ortaklığıyla karışık suçluluk duygusuyla bakışlarını bu anne kızdan hiç ayıramaz. Annenin bir tür uzun doğum sonrası depresyonu geçirdiğini, maço eşiyle görünürde mutlu ilişkisindeki dev duygusal açığı yakın çevreden bir gençle girdiği tehlikeli flörtle gidermeye çalıştığını anlar. Anne kız arasındaki “yapışık” ilişkinin doğurduğu izlenimlerle de kendi geçmişine savrulur durur.

Leda’nın basit durumlara verdiği tepkilerdeki aşırılık ve yoğunluğun nedeninin kendi geçmişi olduğunu anlarız. Bir noktada itiraf eder: Gencecik bir anne olmanın ağır sorumluluğunu kaldıramayıp akademik hayallerini gerçekleştirebilmek için üç yıl boyunca kızlarını terk etmiş, bu süreçte dönemin havalı akademisyeniyle bir aşk yaşadıktan sonra evine geri dönmüştür. Yıllar öncesinde kalmış bu meseleyle tatil boyunca yüzleşirken, hayatın ve kadınlığın bambaşka bir diliminde yeniden bağımsızlığa erişen Leda, kabul edilen ölçütlere göre iyi bir anne olmamanın (filmde ve romanda tercih edilen tanımla, “unnatural mother”) sancılarını taşır.

Kadınlar arasında hep bir rekabetle beraber seyreden dayanışma, patriyarkanın var gücüyle çelme takmaya çalıştığı birbirini anlayabilme becerisi, toplumun dayattığı kutsal anneliğin vazgeçilmez öğesi olan fedakarlık, çocukları için kendi hayatını hiçe sayma zorunluluğu ve toksik aile ilişkileri, farklı biçimlerde her iki kadının da hayatındadır. Üstelik de hem daha entelektüel bir çevreden geldiği, hem de romandaki anlatımla “kadınlar açısından işler zamanla kolaylaşacağına zorlaştığı” için, Nina’nın tehlikeli flörtü, Leda’nın ödemek zorunda kaldığı tüm bedellerden fazlasına, canına mal olabilecek bir şeydir. Yine de patriyarkanın uzlaşılmış riyayla yürüyen sistemi Nina’nın hareketini gözlerden gizlerken, Leda’nın çocuklarını zamanında terk ettiği itirafı kabul edilemez görünür. Yaptığı çocukça bir hırsızlık, ağır bir ithamla karşılaşır. Çünkü her iki durumda da kendi ihtiyaçları için küçük kızların üzülmesine göz yumabilen, bencil bir karakter haline getirir bunlar Leda’yı. Tüm yumuşak, halden anlar, görgülü ve eğitimli haline rağmen, kadınlarla ilgili en büyük tabunun ayaklı temsilcisidir Leda: Çocuklarını terk edebilen anne.

Film beni sık sık çocukluğuma döndürdü ve hayretle tüm çocuklukta en çok “acınan” uzak akraba, komşu veya sınıf arkadaşlarının anneleri tarafından terk edilmiş çocuklar olduğunu hatırladım. Terk etmek dediğim, cami avlusuna bırakılmak değil. Boşanma esnasında annenin gönüllü olarak velayetini babaya bıraktığı, çoğu kez de çok sevecen bir babaanne ve dedenin büyüttüğü çocuklar. Ama bir annenin çocuklarından bile isteye vazgeçebilmesi, o kadar inanılmaz gelirdi ki bu anneler bir tür masal cadısı imgesine kavuşurdu. Tanımıyorsak, hep aşırı güzel ve bakımlı kadınlar olarak hayal ettiğimizi hatırlıyorum onları. Öyle ya, çocuklarını arkalarında bırakıp yeni bir hayata adım atmayı seçmişlerdi. Besbelli yeniden evlenmek isteyip çocukların kendilerine ayak bağı olmasından korkuyorlardı, aman Allahım. Böyle bir tercih yapan bir kadının mutlaka güvendiği bir şeyler olmalı, buna eşit ölçüde de kötü ruhluluk eşlik etmeliydi. Düşünüyorum da, çocuklukta karşılaştığımız bu örneklerde depresyon, anneliğin yükü altında ezilmek, belki kötü giden bir evlilikle beraber çocukların sorumluluğunu kaldıramamak gibi ihtimaller pek aklımıza bile gelmemiş.

Halbuki hepimiz çocuklarını terk etmiş onlarca baba tanımışızdır. Bu çok doğal görünür. Bu kadar çok olmasa da ekmek almaya çıkıp bir daha dönmeyen baba hikâyeleri işitmiş, izlemişizdir. Bir erkeğin bir başka kadına aşık olup evi çocuklarla falan olduğu gibi bırakıp gitmesi zaten çok bildik hikayedir. O durumda da baştan çıkaran, yuva yıkan öbür kötü kadını suçlamaya çok meyilliyizdir, giden babadansa.

Filmin temasıyla paralel olarak çocukluğumuzda annelerinin terk ettiği çocukları hep ne kadar eksik, yaralı varlıklar olarak duyumsadığımızı hatırladım. Yüzleri gülse bile inanmazdık, düpedüz kayıp çocuklardı bunlar gözümüzde. Bir insanı annesi tercih etmiyorsa başka kim etse iflah olabilirdi ki, öyle ya… Bunun bir tercih meselesi olmayabileceği aklımıza bile gelmezdi.

“Karanlık Kız” bu büyük tabuyu deşmekle kalmıyor, elimizden aşk meşk gibi olanakları da alıyor. Evet ana kahramanın yaşadığı bir aşk hikayesi de var ama temel mesele, genç yaşta art arda iki çocuk sahibi olmuş, parlak bir akademisyen annenin çocuklarından bunalarak kaçması. Boynuna dolanan minicik kollardan, her saniye eteğine yapışan iki dünya güzeli kız çocuğundan, bölünen uykulardan, çok hayati olduğunda bile zar zor yapılabilen telefon konuşmalarından, annelikten kaçıyor.

Maggie Gyllenhaal bu ilk yönetmenliğinde, elbette Olivia Colman, Jessie Buckley ve Dakota Johnson’ın çok iyi oyunculuklarının da katkısıyla romanın ve meselenin ruhuna çok hakim, pırıl pırıl bir iş çıkarmış ortaya. Leda’nın hikâyede önemli bir yer kaplayan geçmişinin flashbacklerle değil güne paralel akan bir örgüyle hikayenin parçası kılınması, hemen hemen her sahnede doğru yakalanmış duygu ve vurgular, ve çok kişinin söz ettiği başarılı müzik kullanımıyla birlikte çok iyi bir ilk film var karşımızda.

Karanlık Kız, kutsal annelik mitini alaşağı ediyor. Anneliğin zaman zaman ne kadar zor, boğucu, yorucu bir şey olabildiğini tüm gerçekçiliğiyle anlatıyor. Hemen hemen her kadının “yeterince iyi bir anne miyim, ya da “iyi bir anne olabilir miyim?” sorusuyla boğuşmak durumunda bırakıldığı bir dünyada “bir tek anı için bile her şeye değer” masalını anlatmıyor. Ama anneliği kötülemiyor da. Tek ve makbul bir annelik biçiminin olmadığını, annenin yorulabilen, bir noktada su kaynatabilen, arzuları, istekleri, kendine ait bir hayatı olan bir insan olduğunu anlatıyor. Hem çocuklar hem de anne için mutluluğun ancak anne/karakter arasında bir dengeyle mümkün olabileceğini… Leda’nın portakalı kızlarının sevdiği tarzda, yılan gibi, tek parça, bu kez eliyle soyarken, kızının bir esprisine karşılık söylediği söz, her şeyi anlatıyor aslında: “Öldüm ama iyiyim.”

O kadar da makbul olmayan ama daima elinden geleni yapmaya çalışan, her şeye yetişemese de eninde sonunda kendine yetişebilen, kendi hikayesinin de peşinden giden, hayat boyu büyüyen ve büyüten annelere. Annelere…

Tüm yazılarını göster