10 – Pierrot le fou / Çılgın Pierrot – 1965 – Oğuz DÖNMEZ

Godard bu film için şöyle diyor:”Bu gerçekte bir film değildir.Sinemada bir denemedir.Öznesi yaşam,sıfatı ise sinemaskop görüntüler ve renkler olan bir deney.
Kısacası bir musluğun bir yandan banyo küvetini doldururken diğer yandan suyun aynı hızda akıp gitmesi gibi yaşam da ekranı öyle doldurmaktadır.”

Bugün Jean Luc Godard deyince aklıma üç şey geliyor:Yeni Dalga,Serseri Aşıklar ve Anna Karina.
Hepimiz bu sözcükleri anladı ve neyi ifade ettiğini biliyor. Grubun en yıldız,görünen bilinen üyesi…Hala film çekmeye devam ediyor.Serseri Aşıklar’ı Hollywood sineması da tekrar çekti…Yönetmenin bir zamanlar sırılsıklam aşık olduğu ve evlendiği Anna Karina ise bir dönemde gözde oyuncusuydu.
Filmin başrolü Pierrot,yaşadığı süslü püslü,sosyetik çevreden bıkmış,buna katlanamaz hale gelmiştir.Bir kaçış ararken,beş yıl önce ilişki yaşadığı Marıanne ile tekrar karşılaşır.
Marianne’ı evine biraktığında kızın evinde bir cesetle karşılaşırlar ve kızın cezayırli gangsterler tarafından takip edildiğini anlarlar.
Paris’den kaçarak Akdeniz sahillerine doğru yolculuğa çıkan çift,yol boyu şiirler okuyarak,şarkılar söyleyerek,çeşitli suçlar işleyerek yolculuklarını sürdürürken en sonunda yakalanırlar.Marıanne bir şekilde kaçmayı başarır.Pıerrot da kaçarak Marıanne’ı aramaya başlar.Onu tekrar bulduğunda Marıanne kendisinden vazgeçmiş,bir başka erkekle beraberdir.
Sistematik bir teorisyen değil de kaotik bir yıkıcı olan Yönetmen öykünün her ilerleyen noktasında kendini bir başka fikre kaptırıveriyor..Binbir türlü gönderme,dokunuş ve fikirle konudan sapıp sonra bir yolunu bulup tekrar geri dönüyor.
Film temadan temaya sıçrayışları da o derece radikal ki,herhalde Godard’ın doğaçlama çekilmiş filmlerinden biri olduğu izlenımıne kapılmamak olası değil.

Filmin hakim mecazları,aşk ,ölüm,eril öznelliğin bunalımı ve kadın düşmanlığıdır.Bu fılmin ana figürleri,bir karakterin sahip olması gereken cevherden tamamen yoksun bulunmaktadır.Figürler,geleneksel anlamda kendilerine özgü bir kişiliğe sahip değildir.Daha çok estetik-mecazi anlamda sentez edilen kurgusallık düzeyinde varlıklarını sürdürmektedirler ve sadece sinemadaki temsil geleneğine yapılan refleksiyonlar sayesinde mevcudiyetlerini anlamlandırmaktadırlar.
Filmin görüntü yönetmeni Raoul Coutard. Filmi bu göz ve yaklaşımla izlemek gerek.
Bir de amerikalı yönetmen Samuel Fuller’in filmdeki varlığı kayda değer.

Yeni Dalga yönetmenlerinin varoluşculuk’la sıkı bir ilişkisi olduğu gerçeğinden hareketle,Yönetmenin senaryodaki diyalogla aşağıdaki soruya verdiği cevap önemli ve yol gösterici sineması hakkında:

“Ne yapacağız orada?
On existera….”

Bugün doksanlı yaşlara merdiven dayamış Yönetmen hala içindeki o yaratma dürtüsü ,kıpırtısı ve heyecanıyla film çekmeye devam ediyor.

Yaşasın Sinema…
Yaşasın Godard

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/1124648767568735/

10 – Pierrot le fou / Çılgın Pierrot – 1965 – Oğuz DÖNMEZ” için 5 yorum

  1. VAHİT KARATAŞ

    Godard’ı 5 filmi üzerinden yenilikçi yönetmenlik teknikleri ve Fransız yeni dalgasını irdelemeye çalışmışlar. O beş film ve ele alındıkları yönler şöyle;

    À bout de souffle (1960) – Kurgu
    Une Femme est Une Femme (1961) – Brechtyen Yabançılaştırma ve “Karmaşık” Anlatı Tarzı
    Vivre sa vie (1962) – Işık teknikleri
    Pierrot Le Fou (1965) – Renk
    Masculin Feminin (1966) – Ses

    Yeri gelmişken ‘Renk’ açısından olan açıklamayı buraya aktarayım.

    Yazıyı olduğu gibi aktardığımdan değinilen konuların tekrarı olan cümleler olacağı gibi açıklamanın neredeyse tamamının spoiler içerdiğini de belirtmeliyim.

    Godard’ın en siyasi filmlerinden biridir. Gözüpek, cesur ve başarılı olan Ferdinand’ın ve sevgilisi Marianne’ın trajik öyküsünü anlatan film de Godard romantizmi, macerayı ve varoluşsal çatışmaları harmanlamıştır. Jean Paul Belmondo ve Anna Karina, Godard’ın sinemasının en tanıdık yüzleri, bu yüzden film heyecanla seyirciyi içine çekerken, aynı zamanda içinizde bir yara açıyor.

    Bu filminde Godard sessiz anlatı yapısını desteklemek için en çok bilinen yöntemi olan renkleri, otuzlu yaşlarında olan Ferdinand’ın yüksek sosyal statüsü ve arzularını hayatına yansıtmasıyla oluşan kutuplaşmayı anlatabilmek için kullanır. Film boyunca Godard, Ferdinand’ın iki hayat arasında sıkışmasını anlatabilmek için, iki zıt renk olan mavi ve kırmızıyı kullanır. Mavi, burjuvazinin ayrıcalıklı yaşamını temsil ederken, kırmızı ise dilediği hayatı, macera ve varoluşsal arayışını temsil eder.

    Ferdinand’ı ilk olarak şımarık çocuğu ve eşiyle lüks evinde görürüz. Mavi, mide bulandırıcı derecede duvarları, yatak örtüsünü, kızının elbisesini ve döşemeleri kaplamıştır. Yatak odasında bornozuyla yürüdüğü sahnede, dikkatle bakarsanız bornozun sadece mavi değil, aynı zamanda kırmızı çizgili de olduğunu görebilirsiniz. Godard bu detayla, bize Ferdinand’ın kendi içerisindeki çatışmayı anlatır, lüks içerisinde gayet halinden memnun bir şekilde maviler içerisinde dolaşmaktadır ama arkadaşlarına verdiği partide onu gri elbise ve “kırmızı” kravatla görürüz.

    Biz partideki spor arabalarla ve güzellik ürünleriyle ilgili konuşmaları dinlerken, Ferdinand kendisini o sığ düşüncelerden izole etmiş bir şekilde partiyi erkenden terk eder. Kızını çocuk bakıcısına bırakır. Tesadüfen bu eski kız arkadaşı Marianne’in (Anna Karina) evidir. Marianne ile birlikte daha anlamlı bir hayata sahip olacağına inandığı için o an ailesini terk etmeye karar verir. Ertesi sabah Marianne’nin dairesinde giydiği kıyafet eski yaşamındaki gibi “burjuva mavisi” değil, açık mavidir.

    Film ilerledikçe Marianne’nin OAS (Amerikan Devletleri Örgütü) tarafından arandığını öğreniriz. Cezayir’de Fransız Emperyalizmi’ni korumak için mücadele etmiştir. Ferdinand, Marianne’yi şehirdışına, Akdeniz kıyılarına kaçmak için ikna eder. Kırmızı, parlak bir araba çalarlar. Bu yüksek sosyeteyi gururla reddedişlerinin temsilidir.

    Hikaye ilerledikçe, Ferdinand Marianne’nin serseri yaşam tarzına adapte olmaya çalışırken, eski yaşamının etkilerinden kurtulmaya çalışır.

    Genç aşıklar kalabalık bir kasabada karşımıza çıkar fakat OAS hızlıdır, onların izini bulmuşlardır. Ferdinand yakalanır. Marianne ise ortalıktan kaybolur, üzerinde kırmızı bir elbise vardır. Bu “ideal” hayatına karşı başkaldırışının metaforik anlatımıdır.
    Daha sonra mavi mürekkeple “Marianne’nin sadaketini hiç anlamadım” yazdığını görürüz ve sıçramalı kesmeyle Ferdinand’ın sokakta yürüdüğü görüntüsü gelir, üzerinde mavi bir takım vardır.

    Filmin sonunda, Marianne’nin Ferdinand’ı paraların eline geçmesini sağlayacak bir planda kullandığını ve onu terkederek daha önce kendisinden erkek kardeşi olarak söz ettiği erkek arkadaşı ile kaçtığını öğreniriz.

    Kalbi her zamankinden daha çok kırılan Ferdinand, Marianne’yi ve sevgilisini vurur. Sonra, yüzünü maviye boyar ve suratını kırmızı dinamitlerle sardıktan sonra patlatır. Bu da hangi tarafta olmanın iyi olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağımızın temsilidir.

    Beğen

  2. HÜSEYİN ÖZGÜR

    Filmi uzun yıllar sonra dün yeniden izledim ve açıkca çok keyf aldım. Şimdi şöyle bir şey var, aylardır Godard ile yatıp kalkıyoruz. Bir çok da yazı okuyoruz hakkında. ” Onun baş yapıtı hangisi ?” Kimileri çıkış filmi À bout de souffle ( Serseri aşıklar), kimileri Vivre sa vie diyor. Bande à part,, Kadın Kadındır veya başka bir filmini başyapıt olarak gören de var. Bilmiyorum, ben böyle bir niteleme yapmak istemiyorum. Ama kesin olan bir şey var ki, şu ana kadar izlediğim Godard filmleri içinde Çılgın Pierrot açık ara ile en keyifli ve hoş filmi. Bunda Godard’ dan sonra en önemli pay hiç kuşkusuz ki, müthiş bir oyun çıkaran Jean-Paul Belmondo’ya ait. Müthiş gerçekten.

    Film tam anlamıyla görsel, düşünsel ve edebiyat şöleni. Godard’ın değinmediği, dokunmadığı yok gibi. Bunların çoğunu Ferdinand ( Pierrot)nun ağzından dinliyoruz. Aklımda kalanları bir sayayım: İspanyol ressam Diego Velázquez ( ve İspanyol resim sanatı), Honoré de Balzac, Michel Simon, Beethoven, Raymond Chandler, Jack London ve daha niceleri

    Yaşam, ölüm, neşe, haz, umut, umutsuzluk, hüzün, aşk gibi insana ait bir çok duygu ile geçiyor görüntüler, simgeler ve kişiler… Adeta bir resmi geçit töreni gibi zengin ve muhteşem…

    Anna Karina’nın canlandırdığı karakterin adı ” Marianne Renoir”. Ve elbette Godard bu adı tesadüfen vermemiştir diye düşünürken, resmi geçitte muhteşem Pierre Auguste Renoir tabloları da yerlerini almaya başlıyor. Gerçekten de Anna Karina, Renoir resmi kadar güzel ve duru. Godard boşuna aşık olmamış kendisine diye düşünüyorum.

    Sonra Godard’ın La chinoise’da doruğa çıkacak Maoist çizgisi ve o pencereden eleştirileri de çok ince. Bakar mısınız 43.dakikadaki şu ” ay” örneğine:

    ” -Baksana ay ne güzel
    – Bana o kadar ilgi çekici gelmedi
    -Bence öyle. Bir adam görüyorum orada, Leonov olabilir, ya da Amerikan olan White da olabilir.
    -Evet ben de gördüm. Ama o bir ” yoldaş” ya da ” Sam amca”nın yeğenlerinden biri değil. O kim sana söyleyeyim mi ?
    -Söylesene
    -Ay’ın tek sakini. Peki ne yapıyor biliyor musun ? Kaçmaya çalışıyor -Neden
    -İyi bak
    -Neden kaçmaya çalışıyor ?
    -Çünkü bıktı, başta Leonov’u gördüğünde çok sevinmişti. Ezali yalnızlıktan sonra konuşacak birini bulmak ! Ama Leonov onun kafasını Lenin öğretileriyle doldurmaya çalıştı. Bu yüzden o da Amerikalıları görünce hemen yanlarına gitti. Ama Amerikalılar onu görür görmez ona teşekkür ettirdikten sonra zorla Cola içirdikleri için canına yetti . Ay’ı Amerikalılara ve Ruslara bıraktı. Ne halleri varsa görsünler diye ve gitti. ”

    Tamamen espriler içinde kapitalism ve modernizm eleştirileri de filmde bir hayli. Cezayir, Vietnam çok yakıcı sorunlar…

    *****************

    Arkadaşlar bu yorumu tüm Türkiye’de küresel sermaye ve onun emperyalist amaçları için ülkemizde öldürülen insanların sayısının tartışıldığı günlerde yazıyorum. Herkes kendine göre yorumda bulunuyor. Ama yitirdiğimiz insanların her birinin ayrı hikayeleri en çok yürek burkanlar. hepsinin anısını saygıyla kucaklıyorum. Aşağıdaki bölümü onların anılarına ithaf ediyorum:

    Belmondo ile Karina arabada giderlerken, Karina radyoyu açar, haberler vardır

    “- Askeri Garnizona baskın yapan Viet Kong kuvvetleri çatışmada 115 askerini kaybetti.

    Karina:
    – Garip değil mi ? Nasıl da aldırmaz haldeyiz
    -Neye aldırmıyormuşuz ?
    – 115 gerilla öldü diyor. Bu bizim için bir şey ifade etmiyor. O adamların hepsinin hayatı vardı, bir farketmesek bile. Kime aşık idiler ? Çocukları var mıydı ? Sinemayı mı, yoksa tiyatroyu mu seviyorlardı ? Hiçbir şey bilmiyoruz onlar hakkında, tek bildiğimiz 115 tanesinin öldüğü… Fotoğraflara bakmak gibi. ”

    Çok teşekkür ederim Godard, seni seviyorum…

    Beğen

  3. ONUR ATAOĞLU

    Pierrot Le Fout nefis bir renk/görüntü/fikir/tez/antitez cümbüşü, ve Hüseyin Beyin bahsettiği gibi bu cümbüşü keyifle sunuyor… Filmin başındaki ev partisinde değişik renkler eşliğinde reklam, marka ve tüketim eleştirisi çok iyiydi. Ferdinand ve Marianne’in giderek kopan ilişkisine dair “sen benimle kelimelerle konuşuyorsun, ben sana hislerimle bakıyorum” yorumunu not aldım, ileride münasip bir zamanda kullanacağım… Zaten “kelimelerin söylenişi baze anlamlarının tam zıttı oluyor” saptaması da ilginçti; kelimelerle ilgili bu takıntısını ileride Alphaville ve La Chinoise’de de göreceğiz! Diğer filmlere göndermeler az değil zaten; Alphaville’de de kullanılan (hayali) Ford Galaxy, Serseri aşıkların Laslo Kovacs’ı, Le Mapris’nin kırmızı Alfa Romeosu bu filmde de huzurlarımızda. Varolmak, yaşam, hayatını yaşamak ile ilgili sorulan Vivre Sa Vie’yi hatırlatıyor. Çocuklarının bakıcısı Odile’e (Bande Apart) sinemaya gitmesi için izin vermesi, La chinoise’te de hayranlığını belirttiği Johnny Guitar filmi vesaire akıp gidiyor. Ferdinand’ın tren raylarına yatışı ve tam tren çarpmak üzereyken sakince kaçışı ileriki yıllarda Aerosmith’in muhteşem klibi “Living on the Edge”e ilham vermiş midir acaba?

    Beğen

      1. ONUR ATAOĞLU

        Bir de asıl bahsetmek istediğim, ki bu film ve serseri aşıklar hakkında spoiler olabilir, seyretmediyseniz okumayın… Serseri Aşıklarda Jean Paul (Michel) sevgilisi ile Paris’ten kaçmaya çalışır, ama kaçamaz (çünkü Jean Luc Godard onu ispiyonlar) Jean Paul, ikinci Paris’ten kaçışını bu filmde dener ve “kısmen” başarır”. Bu filmin adı da pekala “Serseri Aşıklar” olabilirmiş 🙂 En azından Akdeniz kıyılarına iner, tatlı tatlı suç işler, ve hatta “Akdenizin üzerinde dolaşan kocaman bir soru işaretiyim” diyerek kendi kararsız iç dünyasını bizimle paylaşır ve renklerin içinde… tamam, susayım 🙂

        Beğen

Yorum bırakın