Kozmolojik Tragedya

Bu yazı bir kısa bilimkurgu öykü denemesidir. Fikir zihnime düştüğünde bir süre hayalini kurdum sonra da yazmaya giriştim. Üslup ve cümle yapısı hatalarımı ve yazıya yerleştirdiğim olası pek çok bilimsel yanlışı hakkım olmayarak görmezden gelmeni istiyorum çünkü ilk anın heyecanıyla bu hataları düzeltecek sabrı gösteremezdim. Keyifli okumalar!

Kozmolojik Tragedya

Samanyolu Galaksisi’nde yeni bir gün doğuyordu. Elbette, bir galaksi için gün-gece ayrımından bahsetmek anlamsız gelebilir kulağa, ancak Galaksi Federatifi’nin kabul ettiği zaman ölçüm sistemine göre bir galakside yeni bir gün pekala mümkün olabilirdi. Dünya gezegeninin insanları birkaç binyıl önce uygarlıklarının olgunluğa eriştiğini kanıtlamışlar böylece Federatife üye olarak kabul edilmişlerdi. Dünyalı olarak tanımlandıklarına bakmayın, onlara anne ve yuva olan bu gezegeni terk edeli çok uzun zaman olmuştu. Tüm gelişmiş uygarlıkların çıktığı evrim basamaklarında onlar da yükselmiş, hatta hızları ve kendilerine özgü dirayetleriyle pek çok türü de kendilerine hayran bırakmışlardı.

Medeniyetleri gelişiminin zirvesindeyken küresel iklim felaketleriyle çökmenin eşiğine gelmiş, bozdukları ekolojik denge doğal kaynakların tedariğini neredeyse imkansız hale getirmişti. Henüz gerçekleşmeden adlandırıldığı şekliyle 6. Büyük Yokoluş -antroposen- en nihayetinde yaşanmıştı. Tüm gezegen felakete sürüklenmiş ama tıpkı daha önceki beş seferde de olduğu gibi Dünyadaki yaşam düştüğü yerden kalkmayı başarmıştı. Üstelik bu sefer Dünyayı tüm bu yaraları sarmada yalnız bırakmayan bir el-insan eli vardı. Ah şu insan, hata yapmadan hata yapmaktan vazgeçemezdi. Tanık olduğu acılar ve yaşadığı yıkım aklını başına getirmiş, birkaç yüzyıl içinde siyasi sınırları olmayan insan uygarlığı kurulmuş; bilim, ticaret, ekonomi ve eğitim gibi pek çok konuda elbirliği rekabetin yerini almıştı. Bu yeni ekonomik sistemde yalnızca ‘gerekli olan’ üretiliyor, ‘ihtiyacı olan’ faydalanıyordu. Bilimin insan uygarlığının temel dayanağı ve kozmosu anlamada vazgeçilmez kaynağı olduğu anlaşılmış, adeta bu yeni uygarlığın dini olarak sarsılmaz yerini almıştı. Politikacıların güç kavgaları ve bu gücü elde edenin koyduğu yasalar düzeni de antroposenle birlikte toğrağa karışmış, hükmetme ve mülkiyet kavramları yozlaşmış birer norm olarak görülmeye başlanmıştı. Bunun sonucunda siyaset ve hukuk bu yeni düzende yer almakla birlikte eski önemini kaybetmişti. Sanat ve felsefe ise her zaman olduğu gibi bu eşsiz canlı türünün zihnini besliyor, hayallerinin vazgeçilmez ateşleyici gücü olmaya devam ediyordu.

İnsanlık küçük bir çocuk olmaktan çıkmış ergenliğe doğru ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Takip eden yüzyıllar içinde dünya, dört bir tarafında üretim ve araştırma yapılan bir merkez haline gelmiş; göktaşlarının, volkanik patlamaların ve güneş rüzgarlarının yaratacağı olası tehlikeler ortadan kaldırılmıştı. Uygarlığın güvenlik, beslenme ve barınma ihtiyacının karşılandığı bu sıradışı dönemin ardından ilk iş yeni diyarlar keşfetmek, içinde bulundukları yıldız sistemini kolonileştirmek olmuştu. Asteroidlerden elde edilen değerli madenlerle uzay gemileri inşa edilmiş ve gerekli olan yakıt karşılanmıştı. Güneş sistemindeki 17 farklı gezegen ve uyduda koloniler kurulmuş ve fetih dönemi 9 başarılı terraformasyonla çabaların karşılığını vermişti. Enceladusun patatesi, Europanın dondurucu kışları kültürlerinin bir parçası olarak kendine yer edinmişti. Kolonilerarası düzenli iletişim, ulaşım ve ticaret sistemleri kurulmuş, tüm bu enerji canavarı sisteme gereken gücü sağlamak amacıyla bir Dyson küresi inşa edilmişti. Zaman içinde koloniler arası ticarette anlaşmazlıklar da yaşanmaya başlamış, vergi, hak ve egemenlik gibi konular üzerine tartışmalar alevlenmişti. Bunun sonucunda birkaç kolonide isyanlar baş göstermiş, kısa süreli de olsa bu yeni dünyalarda hayat dışa kapalı rejimlerce yürütülmüştü. Geçen onbilyıllarda yaşanan yokoluşun acıları anlaşılan unutulmaya yüz tutmuştu. Görünen o ki yozlaşma, insanın nihai kaderiydi. ‘Öteki’nin zihninde yarattığı, zenginleştiren bir çeşitlilik fikri olmadan önce hep bir düşman imgelemi oluyordu. Eh işte insanoğlu, dahi olduğu kadarınca da aptaldı.

Tüm bu kavganın ortasında yardıma koşan yıllardır özlemle aranan komşulardı. Büyük bir panik ve heyecanla gerçekleşen ilk temas, bu asi ergenin yetişkinliğe attığı ilk adımdı. Samanyolu Galaksisi Federatifi tarafından üyeliğe layık görülmüştü. Kendi yıldız sisteminde gösterdiği azim ve başarı komşularını cezbetmişti. En nihayetinde uzun zamandır anlamı çözülemeyen radyo dalgaları ve gizemli kozmik patlamaların sırrı da böylece açıklığa kavuşmuştu. Yeni komşularından edindiği tecrübe ve bilgilerle yeni bir devrim yaşayan insanlık kozmosa dokunabilmeye biraz daha yaklaşmıştı. Ancak çok geçmeden yeni bir sorun patlak vermişti. Yaşamlarının kaynağı, kendi yaşam döngüsünün yeni evresine adım atmış kırmızı dev, artan sıcaklığıyla eteklerine saçılmış insan dünyalarında iklimi dengesizleştirmişti. Yaşamı bahşeden, adeta verdiğini geri almak istiyor gibiydi. Bu tehlikeden Fedaratifin yardımıyla kurtulmuşlar, yıldız gemileriyle galaksinin bulundukları köşesinden çok da uzak olmayan bir noktasına; 1400 ışık yılı mesafedeki Kepler-452b’ye taşınmışlardı. Bu gözüpek yaratıklar atalarının yüzbinyıllar önce yaptığının benzerini yapıyor, ağaçlardan inip yürümeye başlıyordu. Bilinmeyen karanlık sulara yelken açılmıştı.

Önlerinde uzanan binyıllarda Federatif tarafından tüm galakside adım atılmadık yer bırakılmamıştı. Yıldızlararası uzayda gelişen iletişim ve ulaşım ağı sayesinde insanlar da, birbirine karışmış diğer yaşam formlarının arasındaki yerini almış, kendilerini insani özlerine bağlayan özellikleri evrilmeye başlamıştı. İlk başta anlamakta zorluk çekseler de nesiller geçtikçe gıdalardan aldıkları kimyasal enerjinin verimsiz, gelişimlerinin önünde bir engel olduğunu kavramışlardı. Beyinlerinin ihtiyacı olan enerjiydi ve bunu sağlamanın daha makul yolları vardı. Radyoaktif beyin implantları ihtiyaçları olan enerjiyi sağlamanın yanında zihinden zihne radyo dalgalarıyla iletişimin gelişmesinde de büyük rol oynayacağa benziyordu. Sahi, atomaltı parçacıklardan güç alan bu enerji ve iletişim kaynağıyla sürdürülen hayatta; mide, göz ve bağırsağa kimin ihtiyacı vardı ki? Peki ya günün birinde ayaklar ve kollar? Görünen o ki artık insan kabuğuna sığamıyordu. Evrim, en nihayetinde kozmosun dokusuna işleyeceği yaşam formunu şekillendiriyordu sanki. Zamanla, evrim böyle işlerdi.

Galaksi medeniyetleri son süratle araştırmalarına devam ediyordu. Peşinde oldukları yeni bir yolculuk biçimiydi. Evrensel teleportasyon kozmosun onmilyarlarca galaksisini keşfetmelerine olanak sağlayacaktı. Galaksilerinde sahip oldukları nötron yıldızlarını bir araya getirip çarpıştırıyor açığa çıkan enerjiyi de birtakım galaksilerarası seyahat yöntemini sınamakta kullanıyorlardı. Galaksilerarası seyrüsefer bir başkaydı. Işık hızına %99 oranında yaklaşan yıldız gemileriyle bile milyonyıllar sürer, çekilmezdi. Işık hızı aşılmazdı, bu kanundu. Onların aradıkları nirvanasındaki bilimleriyle desteklenen hipotezlerdi. Son birkaç yüzyıldır üzerinde uğraştıkları Eş Zamanlılık Kuramı* gelecek vadediyor, kağıt üzerinde onları kozmosun öbür ucuna taşırken pratikte bir türlü bunu başaramıyorlardı. Ama yapacaklardı, atalarının omuzlarında yükseldikleri bu yolda pekala bunu da başaracaklardı.

Bu küçük galaksinin narin yaşam formları ,kimbilir, belki de günün birinde evrimlerinin en üst basamağına ulaşacak, kozmik bir üst akla evrileceklerdi. Kendi evrenlerinin tanrısı olacaklardı. İhtirasla tutuşan zihinler ölümsüzlük hayallerine sıkı sıkıya sarılıyordu. Günün birinde..

Samanyolu Galaksisi’nde günbatımı vakti gelmişti. Her şey yerli yerinde görünüyordu. Milyarlarca yıldız fırınlarında hidrojen pişirmeye devam ediyor, başıboş asteroidler uzay boşluğunda salınıyordu. İşte beklenmeyen, bu bir anlık zaman diliminde gerçekleşti. Anlamalarına imkan yoktu. Kozmos ,bu koca varlık deryası, bir anda içine çöktü. Milyarlarca yıldır genişleyen evren zamanın çok kısa bir dokunuşunda o ilk saniyelerindeki atomaltı hacmine kadar küçüldü. Ve evet işte, adına Big Bang denen bu yaratım döngüsü tekrar ediyora benziyordu. Anlamalarına imkan yoktu, bu onların idrak edebileceğinin ötesinde, hiç tanımadıkları kuvvetlerin ve varoluş biçemlerinin bir tesiriydi. Fikirler, tutkular, kavgalar, çabalar, yaşamın milyarlarca yılda yarattığı sayısız yapıt, yok olmuştu. Bilemezlerdi. Göremezlerdi. Anlayamazlardı.

Kozmosun kalp atışları sonsuzluğun içinde, kaldığı yerden devam ediyordu. Kozmos bir nefes almıştı ,çok uzun süren bir nefes, ve aldığı nefesi vermesi gerekliydi. Hep böyle yapmıştı. Nefes alırdı. Uzay ve zaman yaratılır, yıldızlar ve peşi sıra galaksiler peyda olurdu. Yaşam formları ortaya çıkar, bir varlık mücadelesinin pençesinde yuvarlanırlardı. Uygarlıklar inşa edilirdi. Ve verirdi. Hepsi bir an içinde son bulur, yıkılır, hiçbir şey yaşanmamışçasına her şey sil baştan başlardı.

Kozmos nefes alıp verirdi.

Ve henüz kimse bunun farkına varamamıştı.

*Bu kavramı sevgili Ursula’dan çaldım. Affet beni Ursula!

**Bu vesilesiyle eğer izlemediysen Cosmos ’u izlemeni isterim. Lütfen izle.

*** Her ne kadar geçerliliğini büyük oranda kaybetmiş olsa da, bu yazıya konu olan olay evrenin sonunun nasıl gelebileceğini açıklayan “Büyük Çöküş” teorisi üzerine.

****Görselde Kartal Bulutsusunda yer alan ve “Yaratılış Sütunları” olarak adlandırılan gaz ve toz bulutu kümesi yer alıyor.

comments powered by Disqus