NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Sevinç. Sevda. Arzu. Hülya. Rüya.

Türk Dil Kurumu Yazmanlar Kurulu son toplantısında kullanılması gereksiz hale gelmiş sözcüklerin Büyük Türkçe Sözlük’ten çıkartılması kararını vermiş. Ben iflah olmaz bir UYD (Umutlu Yaşama Düşkünü) olduğumdan, o sözcüklerden bazılarını -asla unutulmayacaklarını TDK’na ihtar etmek için- buraya alıyorum.

 TDK Yazmanlar Kurulu’nda önce İngilizce’den örnek verilerek, her yıl 2-3 bin yeni sözcüğün o dili nasıl içinden çıkılmaz bir hale getirdiği görüşüldü. Dilin sadeleşmesi, kullanılmayan söz ve kavramların ayıklanması gereği üstünde duruldu. Yurttaşların en çok 500 sözcük kullandıkları, demek ki pek çok sözcüğün fersude hale geldiği ileri sürüldü. Bu ayıklamanın sözlük baskı maliyetini azaltarak ekonomiye katkı vereceği de belirtildi.

Ayıklanması istenen pek çok sözcük ve kavram ortaya atıldı. Bunlardan, örneğin, kültür, demokrasi, sanat, özgürlük gibi öneriler şiddetli tepkiyle karşılandı. Toplantıya başkanlık eden yazman, “Efendiler, bu sözcük ve kavramların ülkemizde karşılığı olmamakla birlikte, en çok dolanımda bulunanlar arasında olduklarından, bunların korunması gerekir,” diyerek, noktayı koydu.

Ben bugün, dilden atılması kesinleşen bazı örnekleri vererek, bunların en azından benim sözlüğümde daima baki kalacaklarını ilan etmek istiyorum. TDK’nun değerli ekibine haksızlık etmemek için, kurulun bu sözcüklerin ayıklanması için karar altına aldığı gerekçeleri de kaydetmek istedim.

Öyle ki: 

Sevinç  a. İstenen ya da hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan coşku. 

Fena bir tanım değil. Neşe’den farkı var. Neşeli insan şen olur. Sevinçli insanın ne olacağı sözlükte yok. Örneğin, Bimen Şen belli ki neşeli bir insandı. Ama sevinçli miydi, bilmiyoruz. Yok canım, her zaman şen de değildi belli ki... Evet, 

Yüzüm şen, hatıram şen, meclisim şen, mevkiim gülşen                   Dilim şen, hem-revim şen, hem-serim şen, hem-demim rûşen                  İçen şen, söyleyen şen, dinleyen şen, yâr ü ağyâr şen  

diye yazmış bestelemiş ama, sipariş üstüne. Çünkü, 

Firkatin aldı bütün neşve-ü tabım bu gece

diye de yazmış... 

TDK bu sözcüğün kullanımdan çıkartılmasını şu gerekçeyle açıklıyor:

“Yapılan taramalarda bu sözcüğün son yıllarda halk, yazarlarımız ve basın yayın kuruluşlarımızca artık hiç kullanılmadığı ortaya çıkmıştır. Dili hafifletmek, konuşma ve anlatım zorluklarını ortadan kaldırmak, dolanıma giren yeni ve modern sözcüklere yer açmak, direkt, konsantre, noktasında, aşkım, hadi bay, giriş yapmak, geri dönmek, kafa tokuşturmak gibi halkımızın rağbet ettiği yüzlerce yeni söz ve kavramı yerleştirmek, böylece artık anlam taşımayanları sözlükten düşürerek...”

Yerinde, tartışılmaz bir mantık.

Sevda a. Ar. 1. Aşırı sevgi. 2. Heves, arzu.

Berbat tanımlar. Ama olsun. Sevda çeken ne yaşadığını bilir, sözlüğün tanımı sevdalının umurunda olmaz. Nazım Hikmet,

            Ama sevdalandım dostlar altmışıma yakın

derken, “Aşırı sevgi duyuyorum, heves ve arzu içindeyim,” demiyordu herhalde...

TDK kendi de beğenmemiş olmalı ki bu tanımı, sözlüğün sonraki baskılarında,

Sevda a. Ar. 1. Güçlü sevgi, aşk : “Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar / Tarihe karıştı eski sevdalar.”  2. Aşırı ve güçlü tutku; istek : “Ve ellerim kelepçede / Tütünsüz uykusuz kaldım / Terk etmedi sevdan beni.”

diye değiştirmiş.

TDK bu sözcüğün sözlükten düşürülmesini şu gerekçeyle açıklıyor:

“Şurası artık kesinlikle saptanmıştır ki, her türlü aşırılık hem kişiye hem de genel olarak topluma zarar vermektedir. Aşırı solcu, aşırı özgürlükçü, aşırı demokrat bu zararlı eğilimlere örnektir. Sevda da aşırı sevgi olduğuna göre...” 

Arzu a. Far.  İstek, dilek. Bir şeyi arzu etmek. Gitmek arzusunda bulunmak. Arzum yoktur. 

Müthiş tanımlar bunlar... Aferin!

TDK’nun bu konudaki açıklaması da şöyle:

"Arzu etmenin sonu yoktur. Kişi bir şeyi arzulamaya başlarsa başka şeyleri de arzu edebilir. Arzu ettiklerini elde edemeyince mutsuz olur. Ama o duygusunun adını bilmezse, onu tanımlayamaz. Böyle böyle o kavram gündemden düşer, arzu etmeyi bilmeyen insan mutluluğa erişir, toplum mutlanır.”

Düşünceli, insansever insanlar. Bravo!

Hülya a. Ar. İnsanın kurduğu tatlı hayal.

TDK bunu da beğenmemiş, değiştirmiş:

Hülya a. Ar. 1. esk. Kuruntu. 2. Tatlı düş, hayal.

“İnsan tatlı bir hayal kurmuşsa ne çıkar, varsın kursun...” demeyin. Bakın TDK ne demiş: 

“Hayal kurmak tek başına zarar vermez. Lakin, bir düşünmek gerekir, kişi kurduğu hayalin peşine düşerse, Hülya’sını elde etmek isterse ne olur? Hem zaten çoğu kez Hülya bir kuruntudan ibarettir, elde edilmesi artık mümkün değildir. Bu da kişiyi verimsiz ve mutsuz kılar...”

Elhak, doğru!

Rüya a. Ar. 1. Düş. 2. mec. Gerçekleşmesi olanaksız durum, hayal. 3. Gerçekleşmesi beklenen ve istenen şey, umut.

TDK Yazmanlar Kurulu en uzun tartışmalarını bu sözcük üzerinde yaptı.

Önce Başkan, bu sözcüğün sözlükten çıkartılmasını şu gerekçeyle savundu: “Rüyasında ne göreceği insanın elinde değildir. Ama gördüğü rüyada kendisini mutlu edecek ögeler, durumlar, olaylar varsa, onları gerçek hayatta da yaşamak ister. Bu mümkün olmayınca  düş kırıklığı, mutsuzluk yaşar. O nedenle...”

Bu tartışılmaz mantık karşısında 2. Yazman, “O zaman karabasan sözcüğünü de sözlükten çıkartalım,” diye önerdi.

Bu öneri iki bakımdan tartışmaya yol açtı. Önce, dil, yazım ve anlatım kuralları konu edildi: “Karabasan sözcüğü zaten başından beri yanlış imlayla yazılıyor. Ne demek karabasan? Yarın biri de çıkıp yağmurabasan dese ne yapacağız?” “Efendim, hata ediyoruz, o ikisi aynı şey değil. Bir insan ayağıyla kara basıyorsa, kara bastı, diye ayrı iki sözcük halinde yazarız, bu başka...” “Ya, öyle mi? Öyleyse niçin ‘yanı sıra’ diyoruz, bitişik yazmıyoruz? Yarın biri çıkıp ‘yanı masa’ derse ne yapacağız?”

Başkan bu tartışmanın uzayarak sözlükteki tüm uyuşmazlıkların ortaya dökülmesinden çekindi, “Efendiler, şimdi bunun sırası değil, gündemimizde yok. Öte yandan, karabasan sözcüğünün de çıkartılması konusunda şunları söylemek isterim ki, bu sözcük kalmalıdır. Yoksa insanlar yaşadıkları hayatı nasıl tarif eder, nasıl anlatırlar...” dedi.

Bu konu da böylece açıklık kazanmış oldu...

Şimdi ben,

İnsanların eşit, özgür ve adil bir dünyada yaşaması  Sevda’mı yaşatmaya devam edeceğime;

Günün birinde hükümetlerin küresel ısınma ve iklim değişikliğinin doğadan, dünyadan, güneşten değil, insandan, kâr hırsından ve kapitalist üretim sisteminden kaynaklandığını kabul ve itiraf edecekleri Hülya’mdan vazgeçmeyeceğime

Barışın kurulduğunu ölmeden görme Arzu’mu koruyup besleyeceğime;

Gerçekleşmesi olanaksız da olsa, bir Rüya gördüm, Rüya’mı unutmayacağıma;

Ve, nihayet,  Sevinç’imi asla kaybetmedim, kaybetmeyeceğime söz veriyor,

kalan günlerimi Sevinç’le, Sevda’yla, Arzu’yla, Hülya’yla, Rüya’yla

yaşayacağımı düşmanaaa dostaaaa ilan ediyorum! 

Vesselam!

***

AGOS’taki ilk yazımı şöyle bitirmiştim:

“....dönüp baktığımda neler gördüğümü Agos’ta  müzikle, şiirle, sanat ve edebiyatla iç içe yazmaya uğraşırken dikkat edeceğim. Kültür tüketildikçe büyüyen, çoğalan değerdir; kültüre sanata kıyısından köşesinden bulaşarak, dünün ve günün zifiri karanlığına mümkün mertebe bulanmadan, yaşadığım yolculuğu ışığı, aydınlığı, yürek ısıtan anılarıyla paylaşmaya çalışacağım. Niyetim tayyib; lakin fiiliyatta bu her zaman öyle olmuyor, mümkün olmuyor, biliyorsunuz. Kolay iş değil...”

Kolay olmadı, ‘dünün ve günün zifiri karanlığına bulanmadan’ yazmayı başaramadım. O karanlığın içinde bir mum yakabilmekti amacım, zulmet beni de örtmeye, ruhumu karartmaya başladı. Ama pes etmedim. Etmem. Savaşıyorum.

Biraz mola vereceğim. Ne kadar, bilmiyorum. Hoşçakalın.